Osmanlı'nın doğuya yöneldiği o keskin yüzyılın ortasında, bir adam tarih sahnesine sessiz ama derin bir iz bırakacak şekilde çıkar: İdris-i Bitlisî. Kürt coğrafyasının yetiştirdiği, ulemâ dünyasında hızla yükselen bu isim, Yavuz Sultan Selim’in İran’a yürüdüğü yıllarda sadece bir vezir ya da bir müellif değildir; o, aynı zamanda bir inanç coğrafyasının kaderini çizen siyasi ve mezhebi bir mimardır.
Bitlisî, Kürt’tür. Bu kimliği saklamaz, bilakis Doğu’daki Kürt emirlikleriyle Osmanlı arasında kurulan “sünnî iş birliğinin” taşıyıcısı olur. Bir anlamda, Kürtlerin Osmanlı’ya katılımı ve Safevî etkisinin kırılması adına akılcı bir siyasi pazarlık yapar. Bugün hâlâ bazı Kürt tarih yazımında onun bu rolü bir tür birlik vizyonu olarak sunulur. Ancak bu ittifakın gölgesinde, Anadolu’nun kadim ve kırılgan bir inanç damarına karşı kurulan sessiz bir kıyım planı gizlidir: Anadolu Aleviliği.
Yavuz, Çaldıran Seferi öncesi Anadolu’da büyük bir temizlik hareketi başlatmak ister. Safevîlere gönül vermiş Kızılbaş toplulukları bu topraklarda kök salmıştır. Dönemin padişahı için bu yalnızca siyasî bir mesele değil, aynı zamanda ideolojik bir savaştır. İşte burada devreye Bitlisî girer. Onun fetvaları ve görüşleri, Yavuz’un kararlarını meşrulaştırmakta kullanılır. Kızılbaşlar için “dinden çıkmış” hükmü verilir. Bu artık bir “isyan” değil, “irtidat”tır. Ve irtidatın cezası bellidir.
Tarih kitapları bu süreçte binlerce Alevî’nin katledildiğini yazar. Ama rakamların ötesinde konuşmamız gereken şey, Aleviliğin belleğinde açılan derin travmadır. Çünkü bu sadece bir savaşın yan etkisi değil, doğrudan mezhepsel bir kırımın akıl planıdır. Ve bu planın merkezinde yer alan isimlerden biri, işte bu alim görünümlü siyasî aktördür: İdris-i Bitlisî.
Onun adı bugün camilerde, medreselerde, Osmanlı tarihi kitaplarında mürekkep kokulu sayfalarla anılır. Ama Alevî köylerinde, ocaklarında, dede anlatılarında onun adı bir başka biçimde hatırlanır: Ferman veren, kıyımı yazan, dua değil fetva ile kılıcı kutsayan biri olarak.
Kürt kimliği, burada ilginç bir dönemeçte karşımıza çıkar. Bir yandan Kürt beyleriyle yapılan ittifakla Osmanlı doğuya doğru genişlemiş, bir yandan da bu ittifak Kürtler ile Alevîler arasına kalıcı bir siyasal ve kültürel mesafe koymuştur. Kürt-Alevî çatlağı, tarih boyunca bir daha tam anlamıyla onarılamamış bir yaraya dönüşür. Bu da İdris-i Bitlisî'nin mirasının yalnızca “ilmi” değil, aynı zamanda bölücü ve dışlayıcı olduğunu gösterir.
Bugün Anadolu Aleviliği hâlâ o travmayı taşır. Bazı şeylerin adı anılmaz, bazı yaralar dilden dile değil, yürekten yüreğe aktarılır. Ve ne yazıktır ki, bu ülkenin resmi tarih anlatısı hâlâ bu süreci “doğunun fethi” ya da “dini istikamet” gibi kavramlarla süslemeye devam eder. Oysa mesele çok daha yalındır: Bir topluluk, kendi inancıyla, kültürüyle, diliyle yaşamaya çalışırken, devletin merkezinden gelen bir kılıçla terbiye edilmeye çalışılmıştır.
Bitlisî o kılıcı tuttu. Hem kalemiyle, hem aklıyla. Ama her kılıcın tuttuğu bir bedel vardır. O bedeli, o yıllarda Alevî olan, Alevî kalan, inancını susturamayacak kadar güçlü olan insanlar ödedi. Ve biz bugün hâlâ, o kıyımın gölgesinde yazmaya, konuşmaya, anlatmaya çalışıyoruz.
Çünkü tarih, sadece kimin yazdığı değil, kimin susturulduğu meselesidir.