Sümer’in tapınaklarında yakılan etler, Hititlerin antlaşma törenlerindeki adaklar ya da Antik Yunan’da tanrılarla oynanan sembolik oyunlar… Hepsi aynı sorunun etrafında döner: Tanrıya bir şey vermeli miyiz? Neyi verelim? Ve neden?
İnsanoğlu, gökyüzünün karşısında her zaman çaresizdi. Yıldırımlar düştüğünde, salgınlar yayıldığında ya da savaşlar kapıya dayandığında; çözüm aramakla kalmadı, bir sorumluluk üstlendi: Tanrılarla ilişki kurmak. Bu ilişki çoğu zaman korkuya, bazen pazarlığa, bazen de dramatik bir sahnelemeye dönüştü. Bunun adı “kurban” oldu.
Ama kurban, sadece kanla ilgili bir ritüel değil. Aslında bir dil, bir anlatı biçimi, bir denge arayışıydı. Ve bu yazı, tam da bu dengenin nasıl arandığını, kurban fikrinin nasıl zamanla değiştiğini, ama özünü hep koruduğunu anlamaya çalışıyor.
SÜMER: GÖĞÜ BESLEMEK
Sümerler için tanrılar insanlara benzeyen, fakat daha güçlü ve ölümsüz varlıklardı. İnsanlar, tanrıların hizmetkârı olarak yaratılmıştı. Tanrılara kurban sunmak, bir ibadet değil, bir görevdi. Enlil’e ya da İnanna’ya sunulan adaklar sayesinde tanrılar doyurulur, evrenin dengesi korunurdu.
Bu sistem, bir kozmik ekonomi gibiydi. Kurban, borcun ödenmesiydi. Tanrılar doymazsa, felaket olurdu. Tanrıya kurban, göğü aç bırakmamak için yapılan bir vergi gibiydi.
HİTİTLER: YEMİNİN BEDELİ
Hitit uygarlığında kurban, sadece ibadet değil, aynı zamanda hukuki bir bağlayıcılıktı. Özellikle tanrılarla yapılan antlaşmalarda kurban törenleri olmazsa olmazdı. Tanrı, verilen sözün hem şahidi hem de hakemiydi.
İnsan kurbanı nadir olsa da, bazen tanrının öfkesini yatıştırmak için kan gerekirdi. Ancak bu kan, çoğu zaman hayvanlardan alınırdı. Esas mesele, kurbanın biçiminden çok onun niyetiydi. Hititlerde kurban, adaletle korkunun iç içe geçtiği bir diplomasi biçimiydi.
ANTİK YUNAN: RİTÜELİN TİYATROSU
Yunan mitolojisi ise meseleyi daha felsefi ve sembolik bir düzleme taşıdı. Kurban, tanrıya verilen değil, tanrıyla kurulan bir ilişki biçimiydi. Hatta zaman zaman, tanrıyla “oynanan” bir oyun haline geldi.
Prometheus’un tanrılara kandırmaca kurban sunması, insanın tanrı karşısındaki zekâsını göstermesi bakımından çok çarpıcıdır. Diğer yandan Agamemnon’un kızı İphigeneia’yı kurban etmesi, tanrının gücünün sınır tanımadığını ortaya koyar.
Bu örneklerde kurban, artık sadece adak değil; trajedinin, kaderin, ahlaki tercihin iç içe geçtiği bir sahnedir. Tanrılar seyirci mi, yönetmen mi? Belki her ikisi.
KURBAN: DÜZEN KARŞISINDAKİ İNSAN TUTUMU
Sümer’de borç, Hitit’te yemin, Yunan’da meydan okuma olan kurban; aslında hep aynı içgüdünün ürünüdür:
“Ben elimdeki en kıymetli şeyi verirsem, o güç beni korur.”
Bu düşünce, tanrının varlığından çok, insanın kendi çaresizliğine yöneliktir. Kurban, tanrıyı doyurmak ya da kandırmak için değil, insanın kendini ikna etmesi için vardır. Bu yüzden, kurban fikri değişse de, özü kalır: feda etmek.
BİÇİM DEĞİŞEN AMA YOK OLMAYAN KURBAN
Modern insan artık tapınaklara hayvan sunmuyor belki, ama başarı için zamanını, aşk için benliğini, idealleri için hayatını sunuyor. Kurban, artık maddi değil; manevi, simgesel.
Bugünün kurbanları, ofislerde, sosyal medyada, ekran karşısında sunuluyor. Ama mantık aynı: “Bir şey verirsem, karşılığını alırım.” Tanrı değişti, sunak değişti ama insanın karşılıksız vermeye olan direnci değişmedi.
TANRILAR BİZİ DEĞİL, NİYETİMİZİ GÖRÜR MÜYDÜ?
Sümer’den Yunan’a kadar süren bu kurban arayışı, belki de insanın tanrıdan çok kendine bir anlam sunma çabasıydı. Kurban, görünenin çok ötesinde, insanın içindeki o büyük bilinmeze verdiği cevaptı. Ve bu cevap, her çağda farklı şekiller aldı ama aynı iç sesi korudu:
“Ben veriyorum, çünkü anlam arıyorum.”