Geçtiğimiz haftalarda, Mustafa Kemal’in Zabit ve Kumandan ile Hasbihal adlı eserini merkeze alarak bir yazı kaleme almıştım. Başlığı, onun bize miras bıraktığı en net cümlelerden birine yaslanıyordu: “İtaat etme, fikrini savun.” Hasbihal kelimesini de özenle vurgulamıştım; çünkü o kitap sadece bir subaya değil, bir çağın karanlığına yazılmış bir seslenişti.
Ama şimdi, o yazının bir adım gerisine dönmek istiyorum. Çünkü her güçlü seslenişin, kimi zaman bir yankısı da olur. Bazen o yankı önceki bir sese cevaptır. Bu kez tam da böyle bir iz sürüyorum.
Mustafa Kemal’in 1918’de yazdığı bu eser, ilk bakışta doğrudan bir tartışma metni gibi görünmez. Açık açık kimseyle polemiğe girmez, hiçbir isme doğrudan temas etmez. Ama satırların altı, eğer dikkat kesilirseniz, sizi başka bir metne götürür: 1914 yılında yayımlanmış olan Zabit ve Kumandan adlı kitaba. Yazarı: Mehmet Nuri Bey.
İşte tam burada ilginç bir şey oluyor. Dört yıl arayla yayımlanan iki kitap, aynı konuyu ele alıyor: Subay ve kumandan ilişkisi. Ama biri, düzenin korunmasına sadakatle yaklaşırken; diğeri, geleceğin yeniden inşasına fikren katılan bir subay tipini savunuyor. Biri “itaat” diyor, diğeri “fikrini savun.” Ve evet, o ilk yazıda sözünü ettiğimiz cümlenin gerçek ağırlığı, şimdi daha da netleşiyor.
Mehmet Nuri Bey’in kaleme aldığı eser, Osmanlı ordusunun çözülmeye yüz tuttuğu, ama hâlâ merkezî yapının varlığını sürdürmeye çalıştığı bir dönemde yazılmış. Zabiti disipline çağırıyor, kumandana itaati öğütlüyor. Rütbe ve emir hiyerarşisi, neredeyse kutsal bir çerçeve içinde sunuluyor. Anlatı didaktik, içerik ise rütbeye sadık.
Ama dört yıl sonra, savaş meydanlarında yorgun düşmüş bir komutanın kaleminden çıkan Hasbihal, aynı meseleye çok farklı bir pencereden bakıyor. Mustafa Kemal, zabiti emir eri değil; halkla konuşan, memleketin ruhunu okuyan, kumandanla fikir paylaşan bir şahsiyet olarak tarif ediyor. Önsözde yer alan “Zabit olmak, yalnız bir kıyafet meselesi değil, bir ruh ve fikir meselesidir” cümlesi, Mehmet Nuri Bey’in yaklaşımına karşı kibar ama güçlü bir itiraz gibi duruyor.
Ben bu iki metni yan yana koyduğumda, yalnızca bir zihniyet değişimini değil, bir devrin kapanışını ve yenisinin ilk kıvılcımını da görüyorum. Biri kaybolmaya yüz tutmuş bir imparatorlukta düzeni ayakta tutmaya çalışıyor. Diğeri, henüz doğmamış bir halkın iradesine ses veriyor.
Geçen haftalardaki yazının başlığıyla yine hatırlatmak isterim:
İtaat etme, fikrini savun.
Ama artık biliyoruz ki, bu çağrının bir muhatabı da vardı.