Günün birinde, Ankara’nın güneyine doğru uzanan topraklarda, Ahlatlıbel denen rüzgârlı bir düzlükte, Mustafa Kemal’in elinde bir seramik parçasıyla eğildiği, onu dikkatle ışığa tuttuğu ve yanında duran gence, “Bak bakalım, bunun hamurunda kül katkısı var mı?” diy

Ahlatlıbel, bugün Gölbaşı yoluna bakan sıradan bir kırsal alan gibi görünür belki. Ama o zamanlar, tam anlamıyla bir tarih laboratuvarıydı. Türk Tarih Kurumu’nun kurulduğu, Türk Tarih Tezi'nin şekillenmeye başladığı günlerde, Atatürk, tarihi sadece kitaplardan öğrenmeye niyetli değildi. O, tarih denen şeyin taşın, kemiğin, seramiğin, hatta küllü toprağın içinde yattığına inanıyordu. Bu yüzden Ahlatlıbel kazıları başlatıldı.

Kazıyı yöneten, genç bir arkeolog: Hamit Zübeyir Koşay. Her sabah tütün sarıp sırtında kazı planlarıyla alana gelen, çadırda sabahlayanlardan biri. Ama kazının en dikkat çekici ziyaretçisi hiç şüphesiz Gazi Mustafa Kemal’di. Korumalarla, yaverlerle değil; tek başına, bazen de ansızın çıkagelirdi. Arkeologlar şaşırır, işçilerin elleri dururdu. O ise durmazdı. Kazma sallamazdı belki ama sorar, dinler, eline alınca taşı uzun uzun bakar, gözlüğünü takar, bazen not alırdı. Merak eden bir çocuktan farksızdı o anlarda.

Atatürk'ün bu ziyaretlerinden biri sırasında, Koşay'a şöyle dediği anlatılır:

"Bu toprağın altındaki geçmişi kazmadan, üstünde nasıl durduğumuzu anlayamayız."

Ahlatlıbel’deki kazılarda Erken Tunç Çağı’na ait yapılar, çakmaktaşı baltalar, pişmiş toprak kaplar bulundu. Anadolu’nun binlerce yıllık belleği, Mustafa Kemal’in gözlerinin önünde açılıyordu. Ama onun asıl aradığı, sadece eski çağlara ait nesneler değildi. O, "Türklerin Anadolu’daki köklü varlığı"na dair işaretleri, tarihin elle tutulur delillerini istiyordu. Türk Tarih Tezi’ni uydurmaya değil, inşa etmeye çalışıyordu. Onun için Ahlatlıbel bir kazı değil, bir “kuruluş noktasıydı”.

Tarih kitaplarında çok az yer verilen bu kazılar, aslında Cumhuriyet’in kimliğini inşa ettiği ilk arkeolojik hamleydi. Ve Atatürk, bu inşanın sadece talimat vereni değil, bizzat yerinde duranı, kazılan çukuru merakla inceleyeni, bazen çorbasını kazı işçileriyle paylaşanıydı.

Hamit Zübeyir Koşay’ın notlarında bu sahnelerden birkaçı geçer. Dönemin gazetelerinde de, kısa kısa ama dikkatli haberler çıkar:

“Gazi Paşa, bugün Ahlatlıbel’deki kazı alanını teşrif ettiler...”
“Kendilerine kazı başkanı tarafından buluntular gösterildi…”

Bugün Ahlatlıbel’den çıkan o çakmaktaşı baltaların bir kısmı, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin arka salonlarında yer alıyor. Camın arkasında, etiketli, serin ışıklı bir vitrin içinde sergileniyorlar. Yanlarında Atatürk’ün adı geçiyor mu, bu kazının özel anlamına dair bir not düşülmüş mü, açıkçası şimdi tam anımsayamıyorum. Belki de bu yazı, sadece o soruyu sormak içindir.

Gizlenenin peşindeyiz ya...
Bazen bir baltanın ucunda, bazen bir toprak parçasının üzerinde yürürken buluyoruz onu. Ahlatlıbel’deki o toprak, sadece geçmişi değil, geleceği de kazıyordu aslında.

Ve belki de en çok, o günlerde toprağın kenarına çömelip tarihe eğilen bir liderin, halkına sadece yol değil, köken aradığını hatırlatıyordu.