Bu başlığı kullanırken, ‘Arap Saçı’ deyimi ile bir hata yapmış olabilir miyim acaba diye uzunca düşündüm...

Bu başlığı kullanırken, ‘Arap Saçı’ deyimi ile bir hata yapmış olabilir miyim acaba diye uzunca düşündüm ama, başka türlü de işin içinden çıkamadım doğrusu.

Gerçi uzun zaman geçti Ak Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın bu deyimlerden rahatsızlık duyduğunu söylediği günlerin üzerinden… Bugün üçüncü kez Cumhurbaşkanımız seçilen Erdoğan, başbakanlığının ilk yıllarında ‘Arap Dünyası’ ile sıcak ilişkiler geliştiriyordu, “Araplar bizim din kardeşlerimiz, öyle yok ‘Arap Saçına döndü’ yok ‘Ne Arap’ın yüzü ne Şam’ın şekeri’ gibi deyimleri doğru bulmuyorum. Köpeğine ‘Arap’ adı koyanlar bile var, bunlar yanlış” diyordu. O günün koşullarında insani olarak bu görüşlere katılmamak mümkün değildi.

O dönemlerde Arap komşularımızla çok yakın dostluklar geliştiriliyordu, bitişiğimizdeki Suriye ile neredeyse sınırlar kaldırılacaktı. Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanı olduğunu açıktan ilan eden Başbakan Erdoğan’ın ilk dönemlerinde Suriye ile olan 850 km.’lik sınırımız, mayınları temizleme karşılığında 2005 yılında İsrail’e verildi, ana muhalefet partisi CHP’nin başvurusu ile Anayasa Mahkemesi bu tarihi hatayı gerçekleşemeden durdurdu. İsrail o zaman 850 km olan sınırımıza gelip yerleşseydi, belki de bugün halen devam eden ve tüm bölgeyi kana bulayan Suriye iç savaşı bile çıkmayacaktı. Osmanlı’dan ayrılan Filistinli Araplar’dan satın aldıkları araziler üzerinde 1948 yılında İsrail devletini kuran Yahudiler, sınır komşumuz olacaklar, her şey barış ve dostluk içerisinde gelişecekti!.. Sonra ne oldu, yol geçen hanına dönen Suriye sınırımız, bir uçtan diğer uca duvarlarla kapatıldı.

Davos’ta, Filistinli Araplar adına İsrail’e ‘Van Münit’ diye meydan okundu. Filistin başta olmak üzere tüm Arap dünyası “Ümmetin lideri Erdoğan” afişleri ile süslendi. Arkasından Mavi Marmara gemisi ile Filistin’e yardıma giden insanlarımız İsrail askerleri tarafından öldürüldü. Sonra 20 milyon dolar karşılığında İsrail ile aramızdaki gerilim sona erdi.

Güneydeki komşumuz Irak’ta Saddam Hüseyin ile, kuzey Afrika’daki Müslüman kardeşimiz Libya lideri Kaddafi ile yaşanan dostluklarımız, bu ülkelerde patlak veren isyanlarla sona erdi, onların da kardeş olmadıklarını, eli kanlı diktatörler olduklarını bu gelişmelerle öğrendik!

Suriye ile başlayan ‘Kardeş Esad’ döneminden ‘Eli kanlı diktatör Esed’ dönemine geçildi.

Mısır’da seçimle iş başına gelen ve 11 ay süren Mursi iktidarı, 2013 yılında general Sisi tarafından darbe ile yıkıldı, tarafsızlığımızı koruyamadık, darbeci Sisi’yi düşman ilan ettik, yıllarca baş parmaklarımızı kapatarak ellerimizle Rabia işaretleri yaptık, Müslüman kardeşimiz Mısır’la ilişkilerimizi tümüyle bitirdik. Neyse ki, on yıl aradan sonra yeniden Mısır’la ilişkilerimizi yeniden geliştiriyoruz. Katar’da düzenlenen futbol müsabakalarında Cumhurbaşkanımız Erdoğan, Mısır diktatörü general Sisi ile el sıkışıyor, şimdilerde ülkelerimiz arasında elçilikler kuruluyor.

Arap dünyası ile yaşadıklarımız satırlara değil, kitaplara sığmaz. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasından FETÖ Terör Örgütü’nün teşvik ve destekçisi olarak ağır şekilde suçladığımız Birleşik Arap Emirlikleri ile de yeniden yakınlaşıyoruz, ülkemizde yatırım yapmaları ve dolar göndermeleri için üst düzey yetkililerimiz, bu ülkelere seyahatler düzenliyorlar.

İşte son günlerde ülkemiz ekonomisinin durumunu ve piyasalardaki çalkantıları “Arap Saçı” diye anlamlandırmaya çalışırken, bir çırpıda geçmişteki bu anılar canlandı gözlerimin önünde.

Son yazımın başlığı “Muhalefet kendi derdinde” başlığını taşıyordu, bir okurum, sosyal medyadaki paylaşımımın altına şöyle bir yorum eklemiş:

“Bence Zafer Gazetesi değil muhalefet gazetesi ve muhabiri olmalıymış.”

Bu okuruma, gazeteciliğin ve yazarlığın tarafsız ve dürüst olması gerektiğini belirtmek isterim. Objektif bir gazeteci, iktidarda veya muhalefette doğru veya yanlış gördüğü her gelişmeyi gündeme getirebilmelidir. Demokrasilerde iktidar kadar muhalefetin icraatları da önem taşır ve her iki tarafın yanlışları da doğruları da tarafsızca gündeme getirilmelidir.

Şimdi son seçimlerden bu yana ülkemizde ve piyasalarda yaşananları nasıl izah edeceğiz?

Asgari ücretliler, EYT’liler, SSK ve BAĞKUR Emeklileri, memurlar ve memur emeklileri… Memura enflasyon oranında yüzde 17 küsurlük zam yapılıyor, üzerine 8 bin küsur TL seyyanen zam ekleniyor ve en düşük memur maaşı 22 bin TL’ye yükseltiliyor. Bu oran memur maaşlarında ortalama yüzde 75’lik artışa tekabül ediyor, hatta küçük düzeydeki memurun maaşı, yüzde yüze yakın artıyor. Artmasın demiyoruz, hayırlı uğurlu olsun. Ancak, tüm memur emeklisi ve diğer emeklilere yuvarlak yüzde 25 zam yapılmasını, adil ve doğru bulmuyoruz. Memura verilen 8 bin TL’lik seyyanen zammın, kök maaşının dışında tutulacağı, emekliliğinde değerlendirmeye alınmayacağı belirtiliyor. SSK ve BAĞKUR emeklilerinin ise geçtiğimiz aylarda 7 bin 500 TL’ye yükseltilen maaşları üzerinden değil de önceki maaşları üzerinden hesaplanacağı, yani kök maaşı üzerine yüzde 25 zam eklenince 7 bin 500 TL’nin altında kalıyorsa, yine sadece 7 bin 500 TL maaş alacağı açıklanıyor.

Tam bir Arap Saçı değil mi?.. Adam diyor ki, “Ben memur emeklisiyim, daha önce emekli maaşım asgari ücretlinin iki üç katıydı, şimdi asgari ücretli seviyesine indi…”

Bu arada beklenmedik zam yağmuru başlıyor, ilgilenenler, haberleri izleyenler farkındadırlar, iğneden ipliğe her şeye zam üstüne zam yapılıyor. Daha hiç bir çalışan veya emekli maaş zammını cebine koyamadan, ardı arkası kesilmeyen zamlar karşısında toplum tam bir şaşkınlık yaşıyor.

Arap saçına dönen piyasalarımızın ve ekonomimizin, bir an önce hak, hukuk ve adalet terazisinden geçirilmesi, topluma nefes aldıracak bir netliğe kavuşturulması dileğiyle.