tiraf edelim, bugünün insanı olarak bizler, geleceği kestirmek için genellikle yıldızlara, algoritmalara ya da en iyi ihtimalle istatistik uzmanlarına başvuruyoruz. Oysa binlerce yıl önce, Anadolu’da bir uygarlık, tanrıların sesini karaciğerde arıyordu. Evet, yanlış okumadınız: Karaciğerde!

Hititler, Mezopotamya’dan devraldıkları bir uygulamayı kendi kutsal düzenlerine ustalıkla uyarlamıştı: karaciğer falı. Kurban edilen hayvanın karaciğeri, tıpkı bir harita gibi okunur, yüzeyindeki kıvrımlar, renkler ve izler tanrısal işaretler olarak yorumlanırdı. Bu kutsal okuma işlemi “tabarnari” diye adlandırılıyordu.

Bugün Boğazköy tabletlerinde karşımıza çıkan kayıtlar, Hitit krallarının önemli kararlar almadan önce karaciğerden haber beklediklerini ortaya koyuyor. Sefer düzenlemeden önce ya da bir şehirdeki tapınağın yeniden inşasına başlamadan evvel, tanrıların gönlünü almak şarttı. Eğer karaciğerdeki işaretler olumluysa sorun yoktu; ama tanrılar rahatsızsa, işler karışıyordu. Yeni kurbanlar, yeni törenler, yeni fallar… Kral bile tanrıların gözünden düşmek istemezdi.

En ilginç olan ise bu falcılığın rastgele bir uygulama olmayışı. Bugün müzelerde gördüğümüz pişmiş topraktan yapılmış karaciğer modelleri, bu sanatın adeta bir "ders kitabı" gibi kullanıldığını gösteriyor. Demek ki tanrılarla konuşmanın da bir okulu, bir eğitimi vardı. Falcılar belki de çıraklıktan ustalığa adım adım ilerliyor, karaciğeri okurken sadece içgüdülerine değil, öğretilmiş bir bilgiye de dayanıyorlardı.

Bize uzak gibi geliyor olabilir. Ama aslında, bilinmeyene dair kaygı aynı. Bugün “büyük veri”den, yapay zekâdan yardım isterken, onlar karaciğerdeki tanrısal işaretlere kulak veriyordu. Kim bilir, belki de ikisi arasında düşündüğümüzden daha az fark vardır?