Bazı isimler vardır ki, dönemin tüm çalkantılarına rağmen taşıdıkları ahlaki duruşla, geride bıraktıkları sadece kararlar değil, bir tutum, bir örneklik olur. Talat Paşa da onlardan biridir.
O, devletin en tepe makamına çıkmış bir sadrazamdır; imparatorluğun belki de en karanlık, en yıkıcı zamanlarının tam ortasında, hem savaş hem iç siyaset hem de toplumsal buhranların tam kalbinde görev yapmış bir figür. Fakat hayatı boyunca bir ev sahibi olamamış olması, onu bugün hâlâ hatırlanır ve üzerine düşünülür kılan yönlerden biridir. Hatta sadece hatırlanır değil, hayranlıkla bakılır bir duruşa dönüşmüştür bu hali.
Padişah ile Arasında Geçen Sessiz Diyalog
Söylenen odur ki, bir gün Sultan Reşad kendisine, “Sadrazam olmuşsunuz ama hâlâ kirada oturuyorsunuz, arzu ederseniz yardımcı olayım” der. Talat Paşa o an tek kelime etmez. Zira “hayır” dese padişaha itiraz etmiş olacak, “evet” dese kendisine aykırı bir kapı açılacaktır. Susar. Fakat saraydan çıkınca dönemin Başkâtibi’ne döner ve şöyle der:
“Zat-ı ahallerine uygun bir üslupla iletiniz ki, ben bu tekliflerini kabul edemem.”
Kimi için basit bir anekdot, kimi için diplomatik bir jest. Ama aslında bu kısa diyalog, bir sadrazamın kendi iç dünyasındaki adalet terazisini gösteren kristal netliğinde bir örnektir.
Mülksüz Bir Egemenlik
Bugün İstanbul'da kime sorsanız, Talat Paşa'nın hangi yalıda oturduğunu gösteremez. Çünkü öyle bir yalı hiç olmadı. Ne bir konağı vardı ne de miras bırakacağı bir malı. Sadece devletin maaşlı bir görevlisi olarak yaşadı. Hırka-i Şerif ya da Şehzadebaşı civarında mütevazı bir apartman dairesinde kiracıydı. Kapısına gelenler arasında elçiler, nazırlar, halktan insanlar olurdu. Kapıcının ifadesiyle "içerisi hiç boş kalmazdı", ama kirada yaşamak da hiçbir zaman ona ağır gelmedi.
Bu hal, dönemin diğer birçok İttihatçı figüründen onu ayıran bir ince çizgiydi. Belki de bu yüzden Berlin’de bir otel odasında vurulduğunda ardında bir sandık dolusu servet değil, bir çift çorap, birkaç not defteri ve bazı kitaplar kalmıştı sadece.
Talat Paşa ve Ahlaki Merkez
Benim için mesele tam da burada başlıyor. Devletin en yüksek katlarında bulunmuş bir insanın, bu dünyadan sadece ayakkabısının izini bırakıp çekilip gitmesi... İşte bu, bir kişinin hayatına ahlaki bir pusula olarak konulabilecek en güçlü işaretlerden biridir.
Ve evet, bu benim hayatımın tam ortasında duran bir ilke. Ne iş yaparsam yapayım, neye bulaşırsam bulaşayım, bu bakışı yitirmemeye gayret ettim hep. Herkesin gıpta ettiği makamlar, mevkiler, daireler, arabalar arasında "bir şey olmamayı" seçmek, bazen en büyük duruşa dönüşüyor.
Talat Paşa’nın hikâyesi bana hep bunu fısıldar:
Gerçek bir güç, mülkiyette değil, vazgeçiştedir.
Bugün onun hakkında çok şey tartışılabilir. Politikaları, kararları, sertliği, özellikle Ermeni Tehciri bağlamındaki rolü ağır bir miras olarak durur. Ama bunların ötesinde, kiralık bir evde, zarif bir suskunlukla yaşanmış bir hayat da vardır. Ve bu hayat, bana göre sadece bir dönem değil, bir ahlak tarifidir.
Yarın biri bana "Sadrazam olmak ister miydin?" diye sorsa, cevabım şu olur:
Talat Paşa gibi olacaksam, neden olmasın? Ama onun gibi yaşamayacaksam, hiç gerek yok.