Cumhuriyet’in ilk kuşak yazarlarından biri… Kalemiyle hem devletin gölgesini hem de halkın sesini aynı sayfada anlatabilen ender insanlardan biri. Ama işte tam da bu yüzden susturuldu: Sabahattin Ali, yazdıklarının değil, susturmadıklarının bedelini ödedi.

Onun hikâyesi yalnızca bir yazarın ölümü değil; bir dönemin vicdanının susturuluşudur.

1940’LAR TÜRKİYESİ: SAVAŞSIZ AMA KORKU İÇİNDE BİR ÜLKE

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye resmen tarafsızdı ama ruhen cephe hattındaydı.
Ekonomik sıkıntılar, Varlık Vergisi, ekmek karneleri, sansür memurları, şüphe dolu kahvehaneler… Herkesin bir dosyası, her düşüncenin bir etiketi vardı: “Komünist”, “Turancı”, “Moskofçu”, “Bölücü”…
Devlet, yurttaşını değil, yurttaşının düşüncesini izliyordu.

İşte Sabahattin Ali o dönemde “halkçı” kalemiyle hem edebiyatta hem gazetelerde sıradışı bir ses olarak öne çıkmıştı. O ses, yönetenleri rahatsız etti. Çünkü o, “yukarıdan halka bakan Cumhuriyet” yerine, “halktan yukarıya bakan Cumhuriyet”i savunuyordu.

YAZININ SUÇ OLDUĞU DÖNEM

Sabahattin Ali’nin hikâyeleri taşrada geçen sıradan hayatları anlatır gibi görünür. Ama her satırda devletin adaletsiz yüzü, bürokrasinin hoyratlığı, yoksulun kaderine terk edilişi vardır.

“Kuyucaklı Yusuf” bir aşk hikâyesi değil, bir sistem eleştirisidir. Yusuf, devletin dışında kalmış ama vicdanın içinde yaşayan bir karakterdir. “Kağnı”da, “Ses”te, “Yeni Dünya”da halkın diliyle yazılmış her hikâye, dönemin resmî edebiyatına bir meydan okumadır.

Ve sonra 1947’de “Sırça Köşk”…
Masal gibi başlayan ama doğrudan rejimin körleşmiş kibirine dokunan bir taşlama:

“Sırça köşkte oturanlar halkın sesini duymaz.”

Bu satırlar yüzünden kitap toplatıldı. Çünkü o sırça köşk, aslında devletin kendisiydi.

MARKOPAŞA: GÜLEN AMA ACIYI ANLATAN DERGİ

Rıfat İlgaz ve Aziz Nesin’le birlikte çıkardıkları Markopaşa, Türk basın tarihinde bir milattı. Mizahın içine saklanan öfke, korkudan çok cesaret yayıyordu. Her sayısı toplatıldı, her yazısı soruşturma açtı.
Sabahattin Ali artık “mizahçı” değil, “şüpheli”ydi.

Memuriyetten atıldı. Pasaport verilmedi. Yazı yazması yasaklanmadı belki, ama yazdıklarını yayımlayacak yer bırakılmadı.
Bir devlet, bir insanı öldürmeden önce onun geçim yollarını tıkar.
İşte Sabahattin Ali o noktadaydı: ya susacak, ya gidecekti.

KAÇIŞ DEĞİL, ÇIKIŞ ARAYIŞI

1948 baharında Bulgaristan sınırına yöneldi. Kimine göre kaçıyordu, kimine göre yeni bir başlangıç arıyordu.
Yanındaki kişi —Ali Ertekin— onu yurt dışına geçireceğini söylemişti.
Ama o yolun sonunda yalnız ölüm vardı.

2 Nisan 1948’de Kırklareli yakınlarında öldürüldü. Resmî kayıtlarda “darbeyle öldürüldü” yazıyor. Katil dört yıl ceza aldı, sonra serbest bırakıldı. Ceset haftalar sonra bulundu.
Mezarı yok, mezar taşı yok, ölüm belgesi eksik.
Bir ülke, vicdanını gömmeyi başardı.

KORKUNUN DEVLETİ VE SUSAN KALABALIK

Sabahattin Ali’nin ölümü, bir cinayetten çok daha fazlasıdır.
Bu, korkunun devletleştiği bir dönemin göstergesidir.
Korku o kadar kurumsallaşmıştır ki, devlet kendini korumak adına kendi yazarını, kendi aydınının sesini susturmuştur.

Devletin “tehlikeli fikir” dediği şey, aslında halkın gerçeğiydi.
Oysa Sabahattin Ali ideolog değil, insancıl bir gerçekçiydi.
Onun “komünist”liği, bir ekmek parçasını paylaşma arzusuydu.
Onun “tehlikesi”, halkın dilini devletin sarayına taşımaya çalışmasıydı.

BİR KALEMİN ARDINDAN

Bugün “Kürk Mantolu Madonna” en çok satan kitaplardan biri.
Ama bu ülke, o kitabın yazarını öldüren sessizliği hâlâ aşamadı.
Sabahattin Ali’nin ölümünün ardından yetmiş yılı aşkın zaman geçti; hâlâ “nasıl” ve “neden” sorularının cevabı yok.
Ama şu kesin: onu öldüren kişi değil, onu susturan zihniyetti.

Kuyucaklı Yusuf’un bakışıyla bakarsak;
bir köyde, bir şehirde, bir ülkede adaletin sesi kısılınca, o sessizlik en çok dürüst olanın üstüne çöker.
Sabahattin Ali’nin kalemi o sessizliğin altından hâlâ konuşuyor:
“Ben sadece gerçeği yazdım.”