İngiltere Kraliçesi Victoria, Osmanlı Sarayı’na bir otomobil göndermişti. Takvim 1800’lerin ortasını gösteriyordu. Batı’da sanayi devriminin çarkları çoktan dönmeye başlamış, buharlı makinelerle başlayan yeni çağ otomobil denen o garip aletle sokaklara taşmıştı. Londra’da, Paris’te, Berlin’de şaşkınlık uyandıran ama aynı zamanda hayranlıkla izlenen bu demir yığınları, İstanbul’a ulaştığında bambaşka bir manzarayla karşılaştı.
Şeytanın Arabası
Topkapı Sarayı’nın avlusuna indirildiğinde merakla etrafını saran kalabalık, motorun gürültüsüyle dağıldı. Kimine göre bu, kıyamet alametiydi; kimine göre “şeytanın bizzat bineği”. Çarkların dönmesini, dumanın çıkmasını, bir cismin atlar olmadan hareket etmesini ne akıl kabul ediyordu ne de gönül. Halk korkuyla geri çekildi, ardından fısıltılar yayıldı: “Bu şeytan işidir.”
Saray, huzursuzluğun büyümesini önlemek için dönemin şeyhülislamından fetva istedi. Ayet ve hadislerde elbette otomobil yoktu. Fakat akıl başka türlü çalışıyordu: bilinmeyen, görülmemiş, açıklanamayan şey “haram” sayılıyordu. Ve o fetva çıktı: otomobil şeytan işidir.
Haliç’in Sularına
Karar verildi. Bu demir yığını İstanbul sokaklarında kalamazdı. Saray görevlileri, halkın gözleri önünde otomobili Cankurtaran sahiline götürdüler. Dualar, tekbirler, lanetler eşliğinde bir devrin simgesi, modernitenin ilk temsilcilerinden biri Haliç’in karanlık sularına bırakıldı. O gün sulara gömülen yalnızca bir makine değildi; Osmanlı’nın ilerleme fırsatına bakışı, korkusu ve irtica karşısındaki çaresizliği de dalgaların arasına karıştı.
Modernite Karşısında İrtica
Osmanlı, 19. yüzyıl boyunca modernleşmenin kapısında durdu. Demiryolları yapılırken “ecnebi hilesi” dendi, telgraf getirildiğinde “Allah’ın işine karışılır mı?” diye haykırıldı, matbaanın gecikmesinin bedelini ise zaten yüzyıllarca ödemiştik. Teknolojiye her dokunuş bir “günah”la, bir “şeytanlık”la, bir “fitne”yle yaftalandı.
Bu korku, sadece cehaletten değil; iktidarın elden gitme kaygısından, otoritenin sarsılma endişesinden de besleniyordu. Çünkü her yeni makine, her yeni araç aynı zamanda yeni bir düşünce, yeni bir insan tipini çağırıyordu. O insan tipi de otoritenin sorgulanması demekti.
Suyun Karanlığındaki Gerçek
Bugün baktığımızda, bir otomobili denize atmak ilkel bir tepki gibi görünüyor. Ama aslında o ilkel tepkinin arkasında derin bir korku vardı: modern çağın kapıyı çalması. Osmanlı o kapıyı aralamak yerine, kapının eşiğine geleni suya atmayı seçti.
İngiliz Kraliyet ailesinin hediyesi İstanbul’da ilerlemenin değil, gericiliğin sembolüne dönüştü. Haliç’in kara suyunda kaybolan otomobil, bize hâlâ şunu söylüyor: “Bir toplumu durduran en büyük zincir, şeytan değil, cehalet ve korkudur.”