Deprem bölgesinden gelip Ankara’da öğrenimlerini sürdüren iki kız kardeş var, memleketten yakın dostlarımızın kızları, büyüğü yüksek öğrenimde, küçüğü liseye devam ediyor, yolculuklarımızda bizimle birlikte memlekete ziyaretlerinde bulunuyor, dönüşte bizimle Ankara’ya geliyorlar, Etlik Aşağıeğlence Mahallesinde de yakın komşumuz olarak kiraladıkları evde yaşıyorlar, her sıkıntılarında yanlarında olmaktan da büyük huzur ve mutluluk duyuyoruz.
Geçtiğimiz pazartesi akşamı saat dokuz civarlarında telefonum çaldı, kız kardeşlerin büyüğü, “Amca, kardeşim rahatsızlandı, ateşi çok yüksek ve halsiz, hastaneye götürmek istiyorum” dedi, zaman kaybetmeden arabamla gittim, evlerinden aldım ve Etlik Şehir Hastanesi Acil Servisi’ne ulaştık.
O da ne?.. Acil Servis’in içerisi de dışarısı da insan kaynıyor, sanki büyük bir felaket yaşanmış, yaralı ve hastalar ile yakınları hastaneye akın etmişler, adım atacak yer bırakmamışlar gibi...
Ayakta duracak hali olmayan küçük kız ile ablasını acil servisin önüne bırakıyorum, “Siz hemen işlemleri başlatın, ben arabayı park edip geleyim” diyorum, onlar iki büklüm arabadan iniyorlar, ben hareket edip yol kenarnda bulabildiğim ilk uygun yere arabayı park edip acil servise koşuyorum.
Kızlar, ilk başvuru kaydını yaptırmışlar, ellerinde küçük bir sıra kağıdı ile kalabalık arasında şaşkın bir şekilde beni bekliyorlar, “Hayırdır, ne oldu?” diyorum, “Üç yüz ellinci sıradayız, sabaha kadar sıra gelmez” diyorlar. Ne yapalım, ne edelim, nereye veya hangi özel hastaneye gidelim diye konuşuyoruz, ablası, “Kardeşim, yaş olarak küçük zaten, çocuk acil servise gidelim” diyor, mantıklı geliyor, hemen arabaya binip aynı hastanenin çocuk acil servisini aramaya koyuluyoruz.
Yetişkinler acil servisi kadar olmasa da çocuk acil servisinde de ciddi bir yoğunluk var, kızlar hemen kuyruğa girip kayıtlarını yaptırıyorlar, 50 civarında bir sıra çıkıyor, “Tamam burada bekleyelim” diyoruz, ilk muayenin yapılacağı bölümün önündeki salon tıklık tıklım, bu arada bir sandalye boşalıyor, hastamızı oturtuyoruz.
İlk muayene için dört-beş oda var, kapılarının üstündeki monitörlerde sırası gelenlerin numaraları ve isimlerinin ilk heceleri beliriyor, yanıp sönüyor. Bekliyoruz, sıra geliyor, odaya giriyoruz, orada iki genç doktor, hastamızın parmağına bir şeyler bağlıyorlar, ateşini ölçüyorlar, “Ateşi yüksek” deyip enjektörle üç kez şurup veriyorlar, bilmiyorum değişik ilaçlar mı, yoksa aynı mı, hastamız şurupları ağzına boşaltıyor. Sonra bir kağıda, sanıyorum ilk teşhislerini yazıp uzatıyorlar, son teşhis ve tedavi için gideceğimiz yeri kısaca tarif ediyorlar, “Buraya gidin,” diyorlar.
Arayarak gösterilen bölüme geçiyoruz, burada da bekleme salonu tıklım tıklım, oturacak yer yok, hastamız ayakta duracak halde değil, yine boşalan bir yere oturtuyoruz.
Çoğu kucağındaki hasta çocuğu ile kimi ayakta kimi bulabildiği yere oturarak sıra bekliyor, çocuk ebeveyinleri arasında tartışmalar oluyor, “Daha ne kadar bekleyeceğiz?” diyor biri, öteki, “Ne bileyim görmüyor musun?” diye karşısındakini azarlıyor. Ayakta bekleyen bir kadın, kucağındaki bebeğin kustuğunu görüp, avucunu ağzına tutuyor... Sıra çok yavaş ilerliyor, muayene kapısı önünde gerilim yüksek, arada tartışmalar oluyor, “Ne yapıyor bu doktorlar, uyuyorlar mı?” diyenler oluyor, genç bir güvenlik görevlisi kalabalık arasında gerilimi yatıştırmaya çabalıyor.
Üç saate yakın bekliyoruz, bir ara sıramızın geleceği kapının önünde karmaşa yaşanıyor, güvenlik görevlisi kalabalığın arasında gerilimi yatıştırmaya çabalıyor, ben de yaklaşıp ne olup bittiğini öğrenmek istiyorum, ortam sakinleşince güvenlik görevlisine soruyorum, “Bugün anormal bir durum mu var, bir salgın filan mı, nedir bu yoğunluk?” diyorum, “Her gün böyle” diyor güvenlik görevlisi, “geçtiğimiz günlerde daha da yoğunluklar yaşadık” diye ekliyor.
Kırk yaşlarında bir arkadaş yanımıza sokuluyor, “Abi bu doktorlar işlerini yapmıyorlar, hepsini kapının önüne koyacaksın” diyor, gülümseyerek yatıştırmaya çalışıyorum adamı, “Doktorlar ne yapsın, şu kalabalığa bakar mısın?” diyorum, adam yanıtlıyor, “Geçenlerde böyle beklerken sinirlerim bozuldu, kendimi tutamadım, doktorları dövmeye kalkıştım” diyor, “Yanlış düşünüyorsun, şu iş çekilecek gibi mi, her türlü hasta kapılarının önüne yığılmış, saatlerdir nefes almadan çalışıyorlar” diyorum, adam öfkeli, “Elli bin lira maaş alıyorlar abi, aldıkları maaşın hakkını versinler” diyor. Güvenlik görevlisi de yanımızda bizi dinliyor, adamı yatıştırmaya çabalıyorum, “Doktor sayısı yetersiz desek daha doğru olmaz mı, şimdi şurada iki üç katı sayıda doktor ve odalar olsa, bu kadar çile çeker miyiz?” diyorum, güvenlik görevlisi de beni destekliyor, “Evet, doktor sayısı yeterli değil” diyor.
Gece saat 24.00’e doğru sıramız geliyor, hasta kızımızı odaya sokuyoruz, başları türbanlı ufak tefek yapılı iki genç kadın, hastamızın sıkıntılarını dinliyorlar, ateşini ölçüyorlar, “Korkacak bir şeyin yok, ateşin de düşmüş” diyorlar, bir reçete yazarak elimize tutuşturuyor ve “geçmiş olsun” diyerek kapıyı gösteriyorlar.
Oysa bir kaç günden beri öğrenci kızımızla karşılaştıkça üzerindeki kırgınlığı farkedip, “Bir rahatsızlığın mı var” diye soruyorduk, o da “iyiyim” diyor geçiştiriyordu.
Etlik Şehir Hastanesi’nin Çocuk Acil Servisinde doktorlar, hasta kızımızın ateşini ölçtüler, yüzüne bakıp, “Korkacak bir şeyin yok” diyerek gönderdiler, umarım kızımızın ciddi bir sağlık sorunu yoktur.
Etlik Şehir Hastanesi’nde İzdiham
Cengiz Özer
Yorumlar