Cumhuriyet tarihinin en az konuşulan cephelerinden biri, aslında hiç savaş sesi duyulmayan bir yerdir: döküm ocaklarının, tamir atölyelerinin, demir tozuyla kaplı ellerin cephesi. Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’da kurulan küçük tamirhaneler ve atölyeler, ordunun tüfeksiz, fişeksiz kalmaması için adeta mucizeler yaratmıştır. Bugün Makine ve Kimya Endüstrisi olarak bildiğimiz kurumun kökleri, işte o sessiz kahramanlık günlerinde filizlenmiştir.

Sakarya öncesinde cephane yok denecek kadar azdı. İstanbul’daki imalathaneler düşman denetimindeydi. Mustafa Kemal Paşa, Ankara’da yeni bir üretim hattı kurmak gerektiğini fark ettiğinde, elinde yalnızca birkaç eski torna tezgâhı, birkaç yorgun usta ve bir avuç demir hurdası vardı. Bu küçük imkânlardan büyük bir direnişin sanayisi doğdu.

1921’de eski demiryolu tamirhanesinden dönüştürülen Ankara Askerî Fabrikası, savaşın görünmez kalbi hâline geldi. Geceleri demir dövülür, gündüzleri onarılan tüfekler sandıklara yerleştirilip cepheye yollanırdı. Fabrikanın içindeki ses, yalnızca çekiçlerin yankısı değildi; o sesin içinde inanç, sabır ve vatanın yeniden kurulacağına dair derin bir kararlılık vardı. Rivayete göre işçiler, döküm sırasında dışarıya ses gitmesin diye taş duvarlara keçeler asardı. O kadar gizli, o kadar kutsal bir işti yapılan.

Bir başka üretim merkezi ise Kırıkkale’deydi. Bugün sanayi kenti olarak bilinen o kasaba, o yıllarda küçük bir köydü. Fakat geceleri köyün üzerini barut dumanı kaplardı. Hurda arabalar, kırık tüfekler, paslı mermi kovaları burada yeniden hayata dönerdi. Halk, ocaklardan çıkan ateşi “vatanın nefesi” diye adlandırırdı. Bu ocaklarda çalışan kadınlar da vardı. Onlar mermi doldurur, kasatura bileyleyip dipçik zımparalardı. Kayıtlarda “Hanım Ustalar” olarak geçen bu kadınların isimleri bugün pek bilinmez ama Cumhuriyet’in ilk sanayi işçileri onlardı.

Mustafa Kemal Paşa, cephe kadar bu atölyeleri de yakından izlerdi. Kırıkkale’yi denetlediğinde ustalara şöyle demiştir:

“Bu fabrika da bir cephedir.”
O söz, o yıllarda demir tozu içinde çalışan herkesin yüreğine kazındı. Çünkü gerçekten de öyleydi. Her dökülen mermi bir askerin yaşamını, her onarılan tüfek bir cephe hattını uzatıyordu.

Yoksulluk içinde yaratılan bu üretim ağı, yalnızca mühimmat değil, bir zihniyet de doğurdu. Anadolu artık kendi silahını, kendi tezgâhını, kendi geleceğini üretebileceğini görmüştü. İşte bu ruh, savaşın ardından Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nun temelini attı.

Bugün o ocakların külleri üzerinde dev tesisler yükseliyor. Ama unutmamak gerekir ki, bu kurumun gerçek tarihi, çelik kadar sıcak, barut kadar keskin, dua kadar sessiz bir dönemin eseridir.
Mühimmatın gölgesinde kazanılan o savaş, aslında Cumhuriyet’in en sessiz, en üretken zaferidir.