Lörcher ve Jansen’in Ankara Üzerindeki Sessiz Mücadelesi

Not: Bu yazı, Ankara’nın şehirleşme sürecinde belirleyici olan iki Alman şehir plancısının karşıt vizyonlarını ele almaktadır. Lörcher ve Jansen’in fikir ayrılıklarının kent peyzajına bıraktığı en somut izlerden biri olan Güvenpark, Gençlik Parkı ve Kurtuluş Parkı’nın öyküsünü daha önce yayımladığımız “İyi ki Kavga Etmişler” başlıklı makalemizde incelemiştik. Bu yazı ise, o parkları mümkün kılan zihinsel çatışmanın izini sürmektedir.

Ankara’nın başkent oluşuyla birlikte şehir, sadece taşla toprakla değil, hayallerle, ideallerle ve kâğıt üstünde çizilen çizgilerle yeniden kuruldu. Yeni Türkiye’nin kendine layık bir başkent arayışında en önemli eşik, şehrin nasıl bir çehreye bürüneceği sorusuydu. Bu sorunun yanıtıysa, farklı ülkelerden gelen iki şehir plancısının zihinlerinde bambaşka biçimlerde şekillenmişti.

Biri dar sokaklı Ankara’yı raylar etrafında yeniden kurmak isteyen Stuttgartlı Carl Christoph Lörcher; diğeri ise Ankara’yı geniş bulvarlar ve bahçelerle örerek simgesel bir başkent haline getirmeyi hayal eden Berlinli Hermann Jansen. İkisi de Alman, ikisi de iyi eğitimli. Ama ikisinin de Ankara’ya bakışı çok farklıydı.

Demiryoluna Bakan Bir Başkent: Lörcher’in Planı

Lörcher 1924’te Ankara’ya geldiğinde elinde Cumhuriyetin ilk büyük şehircilik projesi vardı. Planını İstasyon’un merkezde olduğu bir anlayışla çizdi. Şehrin gövdesini demiryoluna yasladı, büyümeyi sınırlı tuttu. Ona göre Ankara küçük kalmalıydı; çünkü Cumhuriyet de henüz emekleme dönemindeydi.

Bu yaklaşım, dönemin yöneticilerinin bir kısmı tarafından “makul” bulundu. Ama planın içine sinmediği birileri vardı. Yeni Türkiye’nin hayalini kuran kadrolar, geleceği küçük görmeyi kabul edemezdi. Lörcher’in Ankara’sı, devrimlerin ve modernleşmenin değil, sanki bir memur şehrinin makul tasarımıydı.

Jansen’in Ankara’sı: Sembol Şehir

İşte tam bu noktada devreye 1927’de gelen Hermann Jansen girdi. Jansen’in planı başlı başına bir söylemdi. Ona göre başkent, sadece yaşanacak yer değil; bir “mesaj” olmalıydı. Planını çizerken Türkiye’ye özgü detayları anlamaya çalıştı ama asıl hedefi şehri dünyaya örnek gösterilecek bir vitrin haline getirmekti.

Bahçelievler, Yenimahalle gibi semtler onun hayalinin ürünüydü. Jansen, geniş bulvarlar, parklar, yeşil kuşaklar planladı. Her bölgeyi bir işleve ayırdı. Bir yanda devlet binaları, diğer yanda halk konutları. Her şeyin yeri belliydi. Üstelik Lörcher’in 50 binlik nüfus tahmini, onun planında 300 bine çıkarılmıştı. Cumhuriyetin yürüyüşü hız kazanmıştı.

Plandan Taşan Rekabet

Lörcher ve Jansen arasında doğrudan bir münakaşa yaşanmadı. Ama çizdikleri planlar birbirine sessiz ama güçlü bir dille cevap veriyordu.

Jansen, raporlarında Lörcher’in Ankara’sını üstü kapalı şekilde “demiryolu tarifesiyle çizilmiş gibi” diye eleştirmişti. Lörcher ise Almanya’ya döndüğünde verdiği bir konuşmada Jansen’in planını "idealizme boğulmuş ve halktan kopuk" olarak nitelendirmişti. Kısacası, bu bir planlar savaşıydı. Ve her çizgi, bir fikir savunusuydu.

Edebiyata da Yansıyan Ankara

Bu tartışmalar yalnız teknik metinlerde kalmadı. Dönemin edebiyatı da bu iki şehir tasavvurunu yansıttı.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara romanı, bir anlamda Lörcher ve Jansen şehirlerinin romanıdır. Eski Ankara’nın karanlık sokaklarıyla başlayan roman, Jansen’in modern Ankara’sında son bulur. Yazar adeta iki farklı çağın şehirlerini karşılaştırır.

Şevket Süreyya Aydemir de kendi anılarında Jansen’in planıyla şekillenen Ankara’yı, “medeniyetin ayak sesi” olarak tasvir eder. Lörcher’in adı anılmasa da onun temsil ettiği çizgi, sönük bir hatıra gibi satır aralarında hissedilir.

Lörcher Kaybetti mi?

Pek çok kişi bu öyküyü Jansen’in galibiyetiyle bitirir. Ama şehircilikte kaybedilen bir şey varsa, o da unutulmak olur. Lörcher’in planı uygulanmadı belki ama onun getirdiği mütevazı ve yerli ölçekteki öneriler, sonraki yıllarda bazı şehircilik anlayışlarına ilham verdi. Özellikle küçük Anadolu şehirlerinde onun etkisi sezilebilir.

Öte yandan Jansen’in dev planı da, zamanla Türkiye’nin gerçekleriyle törpülendi. Planın birçok bölümü uygulanmadı ya da başka amaçlarla kullanıldı. Ankara, ne Lörcher’in ne Jansen’in tam anlamıyla tahayyül ettiği bir şehir oldu. Ama her ikisi de Ankara’nın bugünkü ruhuna bir parça katmış oldu.

Şehirler İnsan Gibi

Ankara, iki Alman şehir plancısının çizgileriyle bugünkü halini bulduysa, bu yalnızca bir mühendislik süreci değildir. Bu, şehirlerin de insanlar gibi kaderi olduğunun göstergesidir. Lörcher şehre tedbirli ve ağır adımlarla yaklaşırken; Jansen coşkulu bir devrim marşı yazdı. Ve bu şehir, ikisinin de notalarını taşıyan bir senfoniye dönüştü.