27 Aralık 1919 sabahı Ankara’nın üzerine çöken soğuk, o günün ağırlığını saklayamamıştı. Seymenler, yoksul bir kasabanın çocuklarıydı; kimi çoban, kimi zanaatkâr, kimi de hiç adı tarihe yazılmamış bir delikanlı. Ama hepsi aynı anda, aynı çizgide, aynı kararlılıkla durdu. O gün Dikmen sırtlarında dizilen insanlar, bir komutanı karşılamıyordu. Kaderi karşılıyorlardı.
Kızılcagün işte böyle bir sabahın adıdır.
Bir milletin kendini yeniden kurmaya niyet ettiği günün adı.
Bugün 106. yılını yaşıyoruz; ama Ankara hâlâ o sabahın buğusunu üzerinde taşır.
BİR GELİŞ DEĞİL, BİR KARAR
Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişi çoğu anlatıda bir “başlangıç”tır. Oysa Ankara için bu, çoktan verilmiş bir kararın nihayet ete kemiğe bürünmesiydi. İstanbul’un teslimiyet kokan havasından çıkıp, Anadolu’nun orta yerinde bir kasabaya gelmek… Bunu anlamak için haritaya değil, cesaretin haritasına bakmak gerekir.
Ankara o gün ne bir başkentti, ne de güçlü bir şehir.
Kışın sert, binalar bakımsız, yollar çamur içindeydi.
Ama bütün bu yoksulluğun içinde bir şey parlıyordu: İrade.
Kızılcagün’ün asıl hikâyesi budur.
Bir şehrin, kaderine “evet, gel” deme gücüdür.
GELEN SADECE MUSTAFA KEMAL DEĞİLDİ
O sabah, Dikmen sırtlarına doğru ilerleyen tozlu yolda bir atlı birlik değil, üç otomobillik bir kafile vardı. Ankara’ya geliş, çoğu anlatının tersine tek arabayla değil, düşünülmüş bir heyet düzeniyle gerçekleşmişti.
Birinci otomobilde Mustafa Kemal Paşa, Rauf Orbay, Ahmet Rüstem ve yaver Cevat Abbas oturuyordu.
İkinci otomobilde Mazhar Müfit Kansu, Hakkı Behiç Bey ve İbrahim Süreyya Yiğit vardı.
Üçüncü otomobilde ise Dr. Binbaşı Refik Saydam ile Hüsrev Gerede bulunuyordu.
Onları karşılayanlarsa yalnızca bir hat üzerindeki birkaç seymen değildi.
Dikmen sırtlarında Ankara’nın yüreği iki katman hâlinde dizilmişti:
700 piyade seymen ve arkalarında yaklaşık 3000 kişilik atlı seymen birliği…
Bir şehrin bütün damarları, o sabah aynı ritimde atıyordu.
Ve o ritmi tek bir cümle özetledi:
“Buraya ölmeye geldik Paşam.”
Bu söz, bir selamlama değil, bir bağlılık yeminiydi.
Bir milletin kendi kaderi için canını ortaya koyduğunu ilan eden berrak bir cümle.
Kızılcagün’ün omurgası işte bu cümledir.
BUGÜNE BAKAN YÜZ
Şimdi dönüp bakıyoruz: 106 yıl geçmiş.
Ama Kızılcagün bugün de Ankara’nın içinden geçen görünmez bir damar gibi atmaya devam ediyor.
Siyaset değişti, şehir büyüdü, sokaklar çoğaldı, binalar yükseldi.
Ama Ankara hâlâ o sabahın sorusunu bize soruyor:
“Bu ülkenin yükünü omuzlamaya hazır mısın?”
Bugün belki seymenlerin barut kokusu yok, toprak yolun tozu yok.
Ama toplumların yönünü kaybettiği anlarda, ilk adımın atıldığı yere dönme ihtiyacı hep olur.
Kızılcagün bu yüzden hâlâ dipdiri:
Çünkü o günün berraklığına bugün daha fazla muhtacız.
O sabah Ankara bir adamı bağrına basmadı; bir umudu, bir inadı, bir dirilişi bağrına bastı.
Bugün de aynısını yapabiliriz.
Çünkü Kızılcagün dediğimiz şey, geçmişin vitrinde duran bir hatırası değil; her dönemin karanlığında yol gösteren bir çıradır.
Ve o çıra 106 yıldır sönmedi.