Anadolu'nun derin geçmişi, sadece toprak altındaki kalıntılarda değil, kimi zaman devasa taş bloklarda yankılanan sessiz anlatılarda da saklıdır. Konya'nın Beyşehir ilçesi sınırlarında yer alan ve yerli halk arasında “Taş Baba” olarak da bilinen Fasıllar Anıtı, yalnızca Anadolu’nun değil, belki de dünyanın bilinen en büyük kaya anıtlarından biridir. Hitit dönemine tarihlenen bu anıt, kabaca 70 tonluk yekpare bir kütleden oyulmuş olmasıyla dikkat çekerken; aynı zamanda içerdiği figüratif sembollerle de bir dönemin inanç dünyasına, politik diline ve estetik anlayışına ışık tutar.

Fasıllar Anıtı, yalnızca Hitit dünyasının tanrılar hiyerarşisini temsil eden devasa bir taş yontusudur; aynı zamanda Anadolu’nun tarih boyunca biriktirdiği çok katmanlı hafızanın taşıyıcısıdır. Onun figürleri arasında yükselen tanrılar, yalnızca geçmişin inanç sistemine değil, bugünün kimlik arayışlarına da seslenir. Taşın dili, zamanlar arasında bir köprü kurar.

Bugün anıtın orijinali, Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nin giriş bahçesinde sergilenmektedir. Bu konumlandırma, onun yalnızca korunması değil, aynı zamanda kamuya açılması, herkesin belleğinde bir yer edinmesi anlamına gelir. Müzede bir giriş nesnesi olarak yer alması, adeta geçmişe açılan bir kapı gibi işlev görür. Ziyaretçi, daha müzeye girmeden önce Hitit dünyasının, yani Anadolu'nun en derin arkeolojik geçmişinin sessiz ama görkemli yüzüyle karşılaşır.

Fasıllar Anıtı, Hitit dönemine tarihlenen ve yaklaşık 8 metre yüksekliğinde yekpare bir kaya kütlesine oyulmuş devasa bir kompozisyondur. Anıtın yüzeyinde üç temel figür dikkat çeker: en üstte yer alan Fırtına Tanrısı Tarhunza, onun hemen altında duran bir dağ tanrısı ve en altta yer alan hayvan figürleri. Bu düzenleme yalnızca dini bir hiyerarşiyi değil, aynı zamanda Hititlerin doğa ile kurduğu kozmik dengeyi ve tanrısal egemenliği simgeler.

Tarhunza'nın başındaki sivri miğfer, elindeki balta ve yıldırım demeti, onun savaşçı ve düzen kurucu özelliğini vurgular. Altındaki dağ tanrısı ise Anadolu’nun kutsal topoğrafyasına bir gönderme niteliğindedir. En alttaki aslan benzeri yaratıklar ise hem tanrısal taşıyıcılığı hem de dünyasal kuvvetleri temsil eder. Böylece anıt, yer ile gök arasında kurulan hiyerarşik bir düzenin taş üzerindeki anlatımı haline gelir.

Bu ikonografik yapıyı özgün biçimiyle yeniden inşa eden ilk mimar Kadri Kalaycıoğlu, sadece fiziksel bir replikayı değil, aynı zamanda kaybolmakta olan kültürel bir hafızayı da yeniden görünür kılmıştır. Kalaycıoğlu’nun yaklaşımı, anıtı bir mimari belge olmaktan çıkarıp, toplumsal belleğin maddi bir taşıyıcısı olarak konumlandırır. Onun çizimlerinde ve ölçekli replikasında, yalnızca figüratif detayların değil, aynı zamanda taşın kendine özgü dili ve ritmi de yeniden hayat bulur.

Bu bağlamda, Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürü Yusuf Kıraç’ın "taşın hafızası" kavramı çerçevesinde yaptığı değerlendirme oldukça anlamlıdır. Kıraç’a göre Fasıllar Anıtı, yalnızca Hitit inanç sisteminin değil, aynı zamanda çağdaş Anadolu kimliğinin de taşıyıcısıdır. “Taş üzerindeki anlatı, geçmişin ideolojik sesidir; bugünün ise sessiz tanığı” diyerek anıtın günümüz politik ve kültürel söylemleriyle nasıl yeniden anlamlandırıldığını ortaya koyar.

Fasıllar Anıtı’nın taşındaki anlatı, yalnızca eski çağlara ait bir mitolojik metin değil; aynı zamanda bugünün toplumsal hafızasında yankı bulan çok katmanlı bir semboldür. Hititlerin dünyasında kutsal olan bu taş, günümüz Anadolu’sunda artık sadece bir arkeolojik kalıntı değil; geçmişle bağ kurmanın, yerli kimliği yeniden üretmenin ve kültürel sürekliliği vurgulamanın bir aracıdır. Bu yüzden Fasıllar Anıtı’nın yeniden yorumlanması, yalnızca tarihçilere değil; mimarlardan kültür çalışanlarına, yerel halka kadar herkesin ortak meselesi haline gelmiştir.

Yusuf Kıraç, Anadolu Medeniyetleri Müzesi bünyesinde yürüttüğü “taşın hafızası” programı çerçevesinde, Fasıllar Anıtı’nın mekânsal, kültürel ve politik potansiyelini sürekli olarak gündeme getirmiştir. Ona göre anıt, sadece geçmişin sessiz tanığı değil, aynı zamanda bugünün kültürel politikalarının da bir tür zeminidir. Bu bağlamda anıt, bir bellek mekânı (lieu de mémoire) olarak yeniden işlevlendirilmelidir. Kıraç'ın şu sözü bunu çok açık özetler: “Bir taş konuşmaz, ama onun etrafında kurulan sessizlik çok şey anlatır.”

Bu sessizliği bozanlardan biri de Kadri Kalaycıoğlu olmuştur. Onun mimari replikası, yalnızca bir arkeolojik restütisyon değil, aynı zamanda kamusal alanda geçmişin temsiliyetini yeniden kurma çabasıdır. Replika aracılığıyla taş, yerinden çıkarılmadan başka yerlerde yeniden görülmüş; böylece yerel kimliğin dışavurumu ulusal bir kültürel söyleme eklemlenmiştir. Kalaycıoğlu’nun çalışması, mekânın anlamını yeniden kurar: Taş artık sadece bulunduğu yerde değil, onun yansıdığı her alanda bir temsil nesnesi haline gelir.

Bu noktada Fasıllar Anıtı’nı bugünün kültürel-politik bağlamında yeniden düşünmek elzem hale gelir. Anıt, modern Türkiye’nin geçmişle kurduğu ilişkinin sembolik bir öznesidir. Onu sahiplenen her yorum, aynı zamanda geçmişe dair bir tutum ve gelecek tahayyülü içerir. Bu yüzden Fasıllar Anıtı, yalnızca taşta donmuş bir figür değil; kimlik, bellek ve aidiyet üzerine süren bir düşünsel yolculuğun başlangıç noktasıdır.

Fasıllar Anıtı, yalnızca Hitit dünyasının tanrılar hiyerarşisini temsil eden devasa bir taş yontusudur; aynı zamanda Anadolu’nun tarih boyunca biriktirdiği çok katmanlı hafızanın taşıyıcısıdır. Onun figürleri arasında yükselen tanrılar, yalnızca geçmişin inanç sistemine değil, bugünün kimlik arayışlarına da seslenir. Taşın dili, zamanlar arasında bir köprü kurar.

Bugün anıtın orijinali, Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nin giriş bahçesinde sergilenmektedir. Bu konumlandırma, onun yalnızca korunması değil, aynı zamanda kamuya açılması, herkesin belleğinde bir yer edinmesi anlamına gelir. Müzede bir giriş nesnesi olarak yer alması, adeta geçmişe açılan bir kapı gibi işlev görür. Ziyaretçi, daha müzeye girmeden önce Hitit dünyasının, yani Anadolu'nun en derin arkeolojik geçmişinin sessiz ama görkemli yüzüyle karşılaşır.

Bu noktada Kadri Kalaycıoğlu’nun anıtın replikasını ortaya koyması ve Yusuf Kıraç’ın Anadolu Medeniyetleri Müzesi çerçevesinde yürüttüğü “taş hafızası” yaklaşımı, bize yalnızca geçmişi korumak değil; onu anlamlandırmak ve yeniden üretmek sorumluluğu da verir. Bu anıt, taşlaşmış bir sessizlik değil; kolektif belleği sürekli olarak yeniden çağıran bir anlatıdır. Her bakışta yeniden okunan, her yorumda yeniden kurulan bir hikâye.