Tarihin tozlu arşivleri, bazen öyle belgeler saklar ki, onları açtığınızda yalnızca geçmişe değil; bugünün aklına, yarının vicdanına da ışık tutarsınız. “Gizlenenin Peşinde” programını hazırlarken karşıma çıkan ve beni bir süre derin düşüncelere sevk eden bir olay oldu: Mustafa Kemal Atatürk’e, bir düello çağrısı yapılmıştı. Evet, yanlış okumadınız. Bu topraklarda, bir milletvekili, kurucu liderimize karşı kılıç değilse bile kelamla bir düello çağrısı yapmıştı.

Olayın baş kahramanı, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın dikkat çeken simalarından, aynı zamanda Washington büyükelçisi olarak görev yapmış Alfred Rüstem Bey. Kendisi oldukça donanımlı, birçok dili bilen, Batı’da eğitim almış bir diplomattı. Ancak diplomatik vasfı ne kadar güçlü olursa olsun, dönemin yoğun siyasi iklimi içinde Atatürk ile yaşadığı fikir ayrılıkları onu geri dönülmez bir adım atmaya sürüklemişti: Düello daveti.

Bu düello teklifinin elbette bugünkü anlamda fiziksel bir hesaplaşma olmadığını not etmek gerek. Fakat o günlerde, özellikle 1908 sonrası Osmanlı entelektüel çevresinde hâlâ geçerli olan “şeref” ve “onur” kodları çerçevesinde, bu tür davetler ciddi ve şahsi meselelerdi. Rüstem Bey’in bu çağrısı, Atatürk’ün liderliğine karşı doğrudan bir meydan okuma değilse bile, onun kararlarını kişisel alana çeken bir tavırdı.

Mustafa Kemal Paşa’nın cevabı ise tam da onun devlet adamlığı çizgisine uygundu: Sessizlik. Bu sessizlik, belki de en yüksek perdeden verilmiş bir cevaptı. Zira yeni bir Cumhuriyet kurmak üzere yola çıkmış bir lider, geçmişin bireysel hesaplaşmalarına zaman ayıramazdı.

Bu yazıyı kaleme alırken kendime şu soruyu sordum: “Bu olay neden unutuldu?” Belki de cevabı çok basit: Çünkü Atatürk bu çağrıyı hiçbir zaman ciddiye almadı. Ciddiye alınmayan hiçbir düello, tarihin sayfalarında yer bulmaz. Ta ki biz bu hikâyenin izini sürüp tekrar gün yüzüne çıkarana kadar.

Ben Taner Topçu olarak, bu tür hikâyeleri birer magazin malzemesi olarak değil; tarihî belleğimizin eksik taşları olarak görüyorum. Bir liderin büyüklüğü sadece kazandığı savaşlarla değil, cevap vermemeyi tercih ettiği meydan okumalarla da ölçülür. Atatürk, bu düello çağrısını yanıtsız bırakarak aslında çok güçlü bir duruş sergilemişti. Bazen bir kelime etmemek, bir orduya denk gelir.

Bu satırları yazarken, tarihî olayları yeniden hatırlatmanın ne denli önemli olduğunu bir kez daha fark ediyorum. “Gizlenenin Peşinde” programında olduğu gibi, bu yazılarla da aynı gayeyi taşıyorum: Unutulanları hatırlatmak, unutturulmak istenenleri tekrar konuşturmak.

Çünkü tarih, sadece yaşanmış olan değil; anlatıldıkça dirilen, soruldukça anlam kazanan bir varlıktır.