Bir gün, eski Ankara yangınlarını anlatan bir lonca ustasının şu cümlesiyle karşılaştım:
“Davul çalınca herkes eline ne geçtiyse aldı; baltasını kapan, testisini kapan koştu. Çünkü bir ev yanarken bütün bir şehir sınanırdı.”
Samanpazarı’nın, Kalealtı’nın, İpekçiler’in dar sokaklarında, gecenin bir vakti başlayan yangınlar sadece yapıları değil, birlikte yaşam kültürünü de tutuştururdu. İşte o günlerde Ankara’nın yangına karşı teşkilatı — bugünkü itfaiyeden çok farklıydı ama en az onun kadar örgütlüydü.
Davulun Sesiyle Başlayan Müdahale
Osmanlı Ankara’sında yangın olduğunda ilk haberi, mahalle camilerinin minarelerinden yükselen tekbir sesleri verirdi. Ardından davulcular harekete geçerdi. “Yangın davulu” diye anılan bu özel ritimle herkes ne olup bittiğini anlardı. Gecenin karanlığında yankılanan o ses, şehirdeki bütün loncaları ayağa kaldırırdı.
Bugün itfaiyenin sireni neyse, o zamanın davulu oydu.
Esnafın Kolu, Ahiliğin Ruhu
Yangınla mücadele esasen bir esnaf meselesiydi.
Debbağlar su başında oldukları için ilk onlar koşardı.
Marangozlar evleri yıkmak için gelirdi — bazen ateşi durdurmanın tek yolu, yapıyı yıkmaktı.
Saraçlar, demirciler, taş ustaları kendi lonca tertibatlarıyla yangın mahalline gelirlerdi.
Bu sadece fiziki bir mücadele değil, bir ahlaki sorumluluktu. Ahilik, bunu bir görev olarak görürdü. Her lonca kendi mahallesinden sorumluydu. Her esnaf, yangınla sınanırdı.
Kuyudan Kovaya, Çocuktan Kadına
Su… Bugün musluğu açınca akan şeydi belki ama o zaman yangın anında kuyudan çekilmesi gereken, sonra kovalarla elden ele taşınan bir nimetti. Kadınlar kuyunun başında, çocuklar kova zincirinde, ihtiyarlar ise yönlendirici roldeydi.
Her mahallede küçük yangın dolapları olurdu. İçinde ip, kova, kazma, baltalar... Hiç kullanılmasa bile, orada durması bile bir hazırlıktı.
Samanpazarı Yanarken
1881 yılında Ankara tarihinin en büyük yangınlarından biri Samanpazarı’nda çıktı. Yangın Kale eteğinden aşağı süzüldü. Mahalleler yanarken, birçok ev ve dükkân kül oldu. Ardından şehir yeniden inşa edilmeye çalışıldı ama kerpiçten, ahşaptan vazgeçilemedi.
Yangınlar Ankara’nın kaderiydi. Ama her defasında külden yeniden doğmayı da bildi bu şehir.
Cumhuriyetle Gelen Değişim
1923’ten sonra başkent olan Ankara, yangınla mücadelede de yepyeni bir döneme girdi. İlk motorlu tulumbalar Avrupa’dan getirildi. Belediyeye bağlı ilk modern itfaiye birimi kuruldu. Artık yangınlar sadece imeceyle değil, sirenle, hortumla, motor gücüyle bastırılıyordu.
Ama o eski ruh, o mahalle birlikteliği… İşte o, biraz tarihin tozlu raflarında kaldı.
Son Söz: Görünmeyen Bir Dayanışma Haritası
Bugün Ulus’ta gezerken, bir kerpiç duvarın gölgesinde ya da yıkılmış bir konağın taş temellerinde hâlâ o eski yangınların izlerini görebiliriz. Çünkü yangın sadece bir afetti değil; bir şehir sınavıydı.
Ve Ankara, o sınavı asırlar boyunca — tulumbasıyla, baltasıyla, ahiliğiyle — hep birlikte verdi.
Bir sonraki yazıda, belki de Ankara’da ilk motorlu itfaiye aracı nereden alındı, kim sürdü, yangına ilk hangi binada müdahale etti, birlikte peşine düşeriz.
Çünkü yangının da gizlisi olur bazen.
Ve biz “Gizlenenin Peşinde”yiz.