Uzun zamandır “başın sağ olsun” cümlesi bana tuhaf gelmiştir. Bir yakınını kaybeden birine söylenir ama hep kulağımda başka bir yankı bırakır: “İyi ki sen ölmedin.” Sanki “Sen hâlâ yaşıyorsun, buna şükret” der gibi… Oysa o anda yaşayanın değil, kaybedenin yarası vardır. Bu sözdeki sertlik, içimde hep bir rahatsızlık yaratırdı.

Yıllar içinde bu rahatsızlığın kaynağını anlamaya çalıştım.
Sonra bir yerde rastladım — bir Anadolu anlatısında, eski bir dil gölgesinde:
“Baş” kelimesi, Anadolu Türkçesinde yalnızca kafa anlamına gelmezmiş; “yara” demekmiş.
Ve “sağ olsun” da, aslında “sağalsın”, yani “iyileşsin” anlamına gelir.

O anda taşlar yerli yerine oturdu.
Meğer yıllardır yanlış anladığımız bir cümleymiş bu.
“Başın sağ olsun” aslında, “Yaran iyileşsin, acın dinsin” demekmiş.
Bir taziye değil, bir şifa dileğiymiş.
Ne kadar daha insanca, ne kadar daha derin bir anlam…

Demek ki mesele, sözcüklerin değil; bizim onlara yüklediğimiz anlamların değişmesindeymiş.
Bir kelime yüzyıllar boyunca yürürken anlamını biraz kaybediyor, sesini biraz bozuyor, duygusunu bazen tamamen yitiriyor.
Biz de onu tekrar hatırladığımızda, aslında dilin içindeki insan sıcaklığını buluyoruz yeniden.

Artık biri bana “başın sağ olsun” dediğinde, içim eskisi gibi sızlamıyor.
Çünkü biliyorum: o cümle, ölümü değil; yarayı, acıyı ve iyileşmeyi anlatıyor.
Ve belki de dilin kendisi de, böyle böyle sağalıyor.