Ankara’nın içinden geçen her rüzgâr, bir zamanlar tozlu yolların, kerpiç damların ve çocuk çığlıklarının yankılandığı o vadiden bir parça taşır.
Bugün beton blokların arasında uzanan o manzaraya bakanlar yalnızca bir kentsel dönüşüm projesi görür belki.
Ama ben o vadiye her baktığımda, bir cesaretin, bir dayanışmanın ve bir adalet arayışının izlerini görürüm.
Çünkü o hikâyenin bir parçasıydım.
1990’lı yılların başında önce danışman, ardından koordinatör ve projeyi yürüten kuruluş olan Metropol İmar A.Ş.’de Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yaptım.
Bugün dönüp baktığımda, yalnızca bir dönüşüm değil, bir toplumsal laboratuvarın içinde olduğumuzu daha iyi anlıyorum.
Dikmen Vadisi, Türkiye’de yalnızca yapıların değil, yaklaşımların da değiştiği bir dönüm noktasıydı.
Bir Umut Vadisi
O yıllarda başkentin kenarında, şehrin gövdesine yaslanmış mahalleler vardı: İlker, Ayrancı, Metin Akkuş, İlkadım…
Hepsi aynı vadinin çocuklarıydı.
Evlerinin yıkılacağını duyan gecekondu sahipleri, korkmak yerine kararlılık gösterdiler.
Bir araya geldiler, konuştular, tartıştılar. “Birlikte olursak varız” dediler.
Ve bu şehirde eşi benzeri görülmemiş bir şey yaptılar: Gerçek anlamda bir kooperatif kurdular.
Adına “Dikmen Vadisi Konut ve Çevreyi Geliştirme Kooperatifleri” dediler ama bu sadece bir unvan değildi.
O yapı, dayanışmanın, ortak aklın ve paylaşımın adıydı.
Yaptıkları iş yalnızca konut üretmek değildi; vadinin doğasına, toprağına ve insanına sahip çıkmaktı.
Bu yüzden ben onları her zaman “kent bilincinin öncüleri” olarak gördüm.
Karar Kurucu Bir Model
Bugün “katılımcı yönetim” dediğimiz şey, o günlerde Dikmen Vadisi’nde sessizce hayata geçti.
Belediye ile halk aynı masada buluştu. Bürokratın kalemiyle yurttaşın sesi, aynı metinde birleşti.
O masada yalnızca planlar çizilmedi, güven inşa edildi.
Adı “Dikmen Vadisi Karar Kurulu” olan bu yapı, Türkiye’de eşi görülmemiş bir dayanışma modeliydi.
ASKİ’den İmar A.Ş.’ye, Fen İşleri’nden kooperatif temsilcilerine kadar herkes oradaydı.
Ben de o masanın çevresinde, her kararın ardından yükselen umutlu bakışlara yakından tanıklık ettim.
Bugün kulağa ütopya gibi gelen o işbirliği, Ankara’nın tam ortasında yaşandı.
Zorun Değil, Gönüllünün Gücü
Bu projenin en kıymetli yanı buydu: Zorun değil, gönüllünün gücüyle yürüdü.
Ne gece baskınları, ne yıkım görüntüleri, ne de gözyaşları vardı bu hikâyede.
Çünkü kimse oradan zorla çıkarılmadı.
Hak sahipleri, kendi iradeleriyle, kendi evlerinin dönüşümüne katıldılar.
O yüzden Dikmen Vadisi, sadece bir kentsel proje değil; bir toplumsal sözleşmeydi aslında.
“Korkmadan, ortaklaşarak, paylaşarak dönüşmek” cümlesinin ete kemiğe bürünmüş hâliydi.
Zamanın İçinde Unutulanlar
Proje 1989’da başladı.
Birinci ve ikinci etaplar başarıyla tamamlandı.
Üçüncü etabı Melih Gökçek döneminde sürdü ama sonrası yavaşladı.
Zamanla o ilk heyecan yerini bekleyişe bıraktı.
Yine de vadinin yamaçlarında hâlâ aynı inatçı ses yankılanır:
“Biz bu şehri birlikte kurduk.”
Bugün dördüncü ve beşinci etaplar Mansur Yavaş döneminde yeniden can buluyor.
Yaklaşık 2200 hak sahibiyle imzalanan sözleşmeler, kira yardımları ve mühendislik çözümleriyle proje yeniden ayağa kalkıyor.
Yani vadi hâlâ nefes alıyor; hâlâ dönüşüyor.
Bir Belleğin Hatırlattıkları
Dikmen Vadisi, Ankara’ya ve Türkiye’ye bir şeyi öğretti:
Bir şehir, yalnızca yollarla ve binalarla değil; emeğin ve adaletin matematiğiyle dönüşür.
Bugün betonun gölgesinde sıkışmış kentlerin unuttuğu bir şey var:
Bir dönem, Ankara’nın ortasında insanla yapılan bir dönüşüm yaşandı.
Ve o dönüşümün adı, Dikmen Vadisi’ydi.
Belki artık o eski vadi yok.
Ama orada kurulan adalet fikri, hâlâ Ankara’nın taşlarının altında bir yerlerde yaşıyor.
Ben her seferinde oraya baktığımda, kendi kendime hep aynı cümleyi tekrarlarım:
“Bir kent, paylaşılabildiği kadar kenttir.”