Bazı konular vardır; not defterinin arasında yıllarca sessizce durur. Bir cümlenin, bir merakın gölgesi olur. Benim için Atatürk’ün dille ilişkisi tam da böyle bir konu. Ne tam gündemdeydi, ne de tamamen zihnin bir köşesinden silinmiş… Ama bir yerlerde hep durdu.

Belki de bu yüzden, ders kitaplarında yazan o klasik cümlenin —“Atatürk Fransızca biliyordu”— aslında hiçbir şeyi anlatmadığını düşündüm hep. Çünkü mesele dil bilmek değil; bir insanın dillerle ne yaptığıdır.

Fransızca: Bir düşünceye giden kapı

Atatürk’ün Fransızcayı konuşup konuşmadığı yıllardır tartışılır.
Ben artık o tartışmaya pek kulak asmıyorum. Çünkü elimdeki tanıklıklar başka bir şey söylüyor: O, Fransızcayı konuşmak için değil, okumak için öğrendi.

Bu ayrım önemli.
Hatta çok önemli.

Harf inkılabının mimarı olan adam, bir devrim yapmadan önce başka devrimlerin nasıl yazıldığını orijinalinden okuyor. Rousseau, Voltaire, Montesquieu… Bunlar çeviriyle anlaşılacak metinler değil; bir devrimcinin zihni, o satırların arasındaki nefesi koklamak ister.

Ben bunu bildiğimde, Atatürk’ün Fransızcayı bir “dil” olarak değil, bir yakın okuma aracı olarak kullandığını daha iyi anladım.

Konuşma?
Evet, konuşurdu. Ama düzgün konuşma kaygısıyla yavaşlayan, kelime seçen, acele etmeyen bir konuşma…
O kadar.

Ama mesele zaten konuşma değildi.
Mesele, o kapıdan içeri girip kimsenin görmediği bölmeleri görmesiydi.

Arapça ve Farsça: Köklerin tozu

Arapça ve Farsçayı konuşamazdı, evet.
Ama bu dilleri bilmediğini söylemek de kolaycılık olur.

Dil bazen bir ülke gibidir; içinden geçmek için mekân bilmek gerekmez, yolunu bilmek yeter.
Atatürk de bu dilleri tam böyle kullanıyordu.

Nutuk’taki Arapça terimlerin, kimi Farsça deyimlerin yerli yerinde durması boşuna değildir.
Onlar bir hafızanın taşlarıdır.
Osmanlı arşivlerine, eski hukuk düzenlerine, klasik metinlere giden yol da bu taşların üzerinden geçer.

İşte Atatürk o yolu biliyordu.

Almanca, Latince ve o küçük merak kırıntıları

Bazı insanlar, bir kitabın dipnotunda geçen bir kelime için günlerce uğraşır.
Atatürk böyle bir insandı.

Almanca askerî literatür içindi.
Latince etimoloji merakı içindi.
Grekçe notlar ise kelime köklerinin peşinde gidip gelirdi.

Belki hepsini konuşamazdı ama hepsinin kapısını çalmıştı.

Bir liderin hangi dili bildiğinden çok, hangi kapıya neden dokunduğu önemlidir.

Peki, bütün bu diller ne içindi?

Bence en kritik soru bu.
Çünkü onun dil merakı, bir entelektüel özentiliği değildi. Hele ki gösteriş hiç değildi.

Atatürk, dilleri bir insan gibi değil, bir mühendis gibi kullandı:
Yapacağı büyük yapının hangi taşı nereden gelir, onu anlamak için.

Fransızcayı devrimin zihni için,
Arapçayı geçmişin sözlüğü için,
Farsçayı kültürel damarların izi için,
Almancayı askerî bilim için,
Latin kökleri ise dilin kendi ruhu için…

Ve sonra bütün bu bilgiyi bir yere taşıdı:
Türkçenin özgürleştiği o büyük devrim anına.

Dil bilmek değil, dile yön vermek

Bugün Atatürk’ün kaç dil bildiğini tartışanlar çok.
Fakat kabul edelim, bu soru biraz yüzeysel.

Asıl mesele şu:
Bir insan dili ne için kullanır?

Atatürk, bir ulusun kaderini dönüştürmek için kullandı.
Dili sadeleştirdi, arındırdı, özgürleştirdi.
Bazı dilleri konuşamadı belki; ama konuşamadığı dillerle bile bu ülkenin diline yön verdi.

Bazı insanlar dili bilir,
bazıları dili duyar,
bazıları da dili yeniden kurar.

Atatürk üçüncüsündendi.