Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’nın havası başkaydı. Kuru bir toprak kokusu, hafif bir taş tozu, bir de yeni kurulan devletin inadına tutunmaya çalışan telaşlı bir umut… Ama bütün bu hengâmenin içinde kimsenin yüksek sesle söylemediği bir gerçek vardı: Ankara, mübadeleyi Ege gibi yaşamadı; ama mübadele Ankara’yı sessizce değiştirdi.

Mübadele kelimesi Ankara’da yüksek sesle anılmaz çoğu zaman.
Belki de buranın Rum nüfusu İzmir kadar kalabalık olmadığı için.
Ama şehrin tam da kalbinde, bugün vitrinleri ışıl ışıl olan Samanpazarı’ndan Tahtakale’ye uzanan o dar sokaklar, 1923’ün o sessiz göçünde asıl yara alan yerlerdi.

Kayıplar Sayıyla Ölçülmez

Ankara’dan giden Rumların sayısı 2–3 bin diyor kayıtlar.
Bugün kulağa küçük geliyor olabilir.
Ama kimi kayıplar sayıdan çok, şehre taktığı ince işçilikle ölçülür.

Mesela…
Samanpazarı’ndaki kuyumcuların dükkânları bir bir kapandı o yıllarda.
Çekmece içlerinde saklanan ince gümüş işçiliği, ustaların kulağındaki o eski usul uğultu, taşla metalin birbirine sürtünürken çıkardığı ince ses… Hepsi bir akşamüstü sessizce ortadan kayboldu.

Rum kuyumcular şehirden çekilince boşluğa düşen o tezgâhları sonra Kayserili, Sivaslı, Tokatlı ustalar doldurdu; ama o Rum inceliği —o yüzyıllık el hafızası— artık geri gelmedi.

Sanatın Sessizliği

Ankara’nın taş ve ahşap ustalarının önemli bir kısmı Rum’du.
Bugün hâlâ ayakta duran bazı evlerin kapı pervazlarında, Kale çevresindeki taş işçiliğinin kıvrımlarında o ustaların izi belirgindir.

Mübadele olduğunda yalnız insanlar gitmedi Ankara’dan,
taşın nasıl yontulduğunu bilen parmak uçları da gitti.
İç Anadolu’nun ustaları geldi sonra;
ama gelen her yeni usta önce o boşluğu sezdi, sonra doldurmaya çalıştı.

Fırın Kokusu Bile Değişti

Ankara’nın ilk modern fırınlarının sahipleri çoğunlukla Rum ailelerdi.
Ekmek kokusunun bile bir hafızası olur ya, işte o hafıza da değişti.
Mübadeleyle birlikte fırınların çoğu aniden kapandı;
yerlerini muhacir aileler aldı ama o eski ekmek tadı —o biraz limon kabuğunu, biraz da taş fırını hatırlatan tat— şehrin hafızasından çekildi.

Ankara’ya Gelenler: Anadolu’nun Omurgası

Mübadele Ankara’yı boşaltmadı ama Ankara boşalan yerleri doldurmaya mecburdu.
İç Anadolu’dan bir akış başladı:

  • Sivaslı sarraflar,
  • Tokatlı kuyumcular,
  • Yozgatlı nalbantlar,
  • Kayserili tüccarlar…

Hepsi yeni başkentin damarlarına birer biz gibi işledi.

En çok da Kayserili tüccarlar damga vurdu bu döneme.
Ticaretin boşalan omurgasını onlar taşıdı.
Baharatından manifaturaya, toptan zahire ticaretinden kredi ilişkilerine kadar Ankara’nın “ticari aklı”nın temelini onlar attı.

Cumhuriyet bürokrasisi nasıl devletin çatısını kurduysa,
Kayserili esnaf da şehrin ekonomik postasını ördü.

Bu yüzden Ankara’nın bugünkü karakterini iki kelimeyle anlat deseler:
“Devlet disiplini” ve “Anadolu ticari zekâsı.”
İkisi de mübadele yıllarının sessiz bir sonucudur.

Mübadil Aileler Neden Azdı?

Denizden uzak bir başkent…
Mübadele gemilerle işlediği için, Ankara liman şehirleri kadar göç almadı.
Ama gelenler vardı: Selanik, Karaferya, Serez, Kavala hattından küçük gruplar.

Terzilik, kahvecilik, manifatura gibi işlerde Ankara’nın yeni hayatına eklemlendiler.
Bu şehirde kök salan mübadil ailelerin çoğu “sessiz bir uyum”la yaşadı;
ama onların getirdiği Balkan kokusu,
şehrin mutfağına, kahvehanelerine, konuşma ritmine ince bir sızı gibi karıştı.

Başkent Olmak Boşluğu Doldurdu

Ankara mübadeleyi kalabalık göçlerle yaşamadı belki;
ama başkent olduğu için Anadolu’nun her yerinden memurlar, öğretmenler, mühendisler, askerî kadrolar bu şehre aktı.

O yıllarda Ulus Meydanı’na bakan Samanpazarı yokuşundan yukarı çıkarken duyulan sesler değişiyordu:

Bir yanda Rum ustalığının kayıp tınısı…
Öte yanda başkentin kurduğu yeni dilin ilk adımları…

Ankara tam da bu iki sesin arasında büyüdü.

Son Söz: Ankara’nın Sessiz Kaybı

Ankara’da mübadele bir nüfus patlaması değil,
bir nitelik kaybı ve nitelik yeniden inşasıdır.

Giden ustaların ardından kalan boşluğu dolduran hep Anadolu’nun kendi evlatları oldu;
ama şehir bir daha Rum kuyumcusunun parmak hassasiyetini,
Ermeni marangozun içe kapanık sabrını,
Tahtakale fırıncısının sabaha karşı yaktığı o taş fırın ateşini bir daha görmedi.

Ankara büyüdü…
Devlet oldu, başkent oldu, düzen oldu.
Ama mübadele yıllarında kentin ruhunda açılan o ince yırtık,
hâlâ bazı sokakların duvarlarına sinmiş bir sessizlik olarak durur.

Belki de bu yüzden Ankara’da bazı taşların rengi biraz daha soluktur;
çünkü onlara en son dokunan el, çoktan başka bir ülkenin toprağına karışmıştır.