Ankara’yı sevmek benim için kendiliğinden gelişmiş bir duygu değildi; hatta çocukluğumun geçtiği Kastamonu’nun, Tosya’nın yumuşak coğrafyasından sonra bu şehrin sert rüzgârı bana önce biraz yabancı gelmişti.
Ama gençliğimi Ankara’da buldum.
Üniversiteyle başlayan yolculuk, zamanla sokaklarında, vadilerinde, projelerinde ve düşünce koridorlarında beni dönüştüren bir ömürlük serüvene dönüştü.
İnsan bazen kendini doğduğu yerde değil, kendini kurduğu şehirde bulur.
Ben kendimi Ankara’da kurdum.
Ve bunu yalnızca düşünerek değil; çalışarak, emek vererek, sorumluluk üstlenerek ve bu şehrin hafızasına sessizce dokunarak yaptım.
Bir kenti yalnızca gezerek değil, emek vererek seversin
Genç çalışma yıllarımda Ankara benim için bir “gözlem şehri” olmaktan çıkıp bir “sorumluluk şehri”ne dönüştü.
1980’lerde dünyada örnek gösterilen Batıkent Projesi ile başlayan serüvenim, Kent-KOOP çatısı altında aldığım görevlerle birlikte bana şunu öğretti:
Bir kenti sevmek, bir yolun kıvrımında,
bir mahallenin nefesinde,
bir çocuğun güvenle yürüyebileceği bir sokakta saklanan bir duygudur.
Batıkent, Ankara’da attığım ilk büyük adımdı.
Bir şehri anlamanın en iyi yolunun ona uzaktan bakmak değil,
onun yükünü ortak bir emekle taşımak olduğunu orada öğrendim.
Dikmen Vadisi: Cesaretin ve sorumluluğun sınandığı bir vadi
Türkiye’de ilk kez uygulanan Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesinde üstlendiğim sorumluluk, Ankara ile aramdaki bağı en keskin şekilde derinleştiren halkaydı.
Bu proje, yalnızca mimari ya da planlama meselesi değil;
bir toplumun adalet arayışı, kentsel yaşamın dengesi ve kent–insan ilişkisine dair bir vicdan sınavıydı.
Bir kenti sevmek, onun yaralarını görmezden gelmek değil;
gerekirse elini o yaraya korkmadan sürmektir.
Dikmen Vadisi’nde yaptığımız tam da buydu.
Ve bu şehirle gönül bağım, işte o vadinin sessizliğinde daha da derinleşti.
Ankara’yı yalnızca izlemekle kalmadım; Ankara’nın gelişimine emeğimi kattım
Zamanla Ankara benim için yalnızca bir çalışma alanı değil;
yazılarımın konusu, televizyon programlarımın yürüyüş rotası,
“Gizlenenin Peşinde”nin ruhu hâline geldi.
Ama bütün bunlardan önce, Ankara’nın gelişimine katkı sunan büyük ekiplerin bir parçası oldum.
Ne Batıkent’te ne de Dikmen Vadisi’nde tek başına bir planlama iddiam olmadı;
aksine, çok disiplinli ekiplerin içinde kendi sorumluluğumu taşıdım.
Ankara’ya dokunuşum, bu ortak çabanın bir parçası olmaktan ibarettir.
Kentsel hafıza, yer altı yolları, kaybolmuş yapılar, unutulmuş heykeller…
Bu şehrin katmanlarına ne zaman dokunsam içimde aynı duygu beliriyor:
Bu şehri anlatmalıyım.
Çünkü Ankara’nın hafızasına önce emek vererek,
sonra da kelimelerle dokunanlardan biriyim.
Ankara’yı yazmak ve görünür kılmak: Zafer Gazetesi ve YouTube’da kurduğum kent hafızası
Ankara’yla ilişkim yalnızca projelerdeki emeğimle sınırlı değil; yıllardır Zafer Gazetesi’ndeki Ankara yazılarım ve YouTube’da hazırladığım “Gizlenenin Peşinde” programları, bu şehrin görünmeyen katmanlarına tuttuğum ışığın en canlı yüzü oldu.
Her hafta yazdığım yazılarda Ankara’nın çok kişi tarafından bilinmeyen sokaklarını, kaybolmuş binalarını, yeraltı izlerini, unutulmuş hikâyelerini gün yüzüne çıkarmaya çalışıyorum.
Bir köşe yazısından daha fazlasıdır bu çaba:
Kentin belleğine sahip çıkmak, Ankara’nın sesini kayda almak, geleceğe duyurmak.
YouTube videolarında ise Ankara artık yalnızca bir yazı değil, görülen ve duyulan bir hakikat hâline geliyor.
Bir heykelin gölgesinde, bir vazonun taşında, bir sokağın unutulmuş adında saklı hikâyeleri anlatırken hissettiğim şey hep aynı:
Ben bu şehri yalnızca yaşamıyorum;
bu şehri belgeleyenlerden biri olmanın sorumluluğunu taşıyorum.
Bu yüzden Ankara’nın hikâyesini hem kelimeyle hem görüntüyle sürdürmek, benim için bir meslek değil, bir vicdan borcudur.
Son yıllarda Ankara’nın bilgisini aktarmak: 5000 yıllık bir kenti derslere taşımak
Bugün geriye dönüp baktığımda, Ankara’yla ilişkim yalnızca gençliğimin heyecanından, projelerin ağırlığından veya yazıların merakından ibaret değil.
Artık Ankara’nın bilgisini yeni kuşaklara aktaran bir sesim.
Üniversitede verdiğim Ankara derslerinde, bu kentin 5000 yıl öncesinden bugüne uzanan tarihini, kültürünü, coğrafyasını ve uygarlık katmanlarını anlatıyorum.
Hititlerden Friglere, Galatlardan Roma’ya, Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan Cumhuriyet’e uzanan uzun zaman çizgisini sınıfta her anlattığımda şunu hissediyorum:
Ben Ankara’nın yalnızca izini sürmüyorum;
Ankara’nın zamanını genç zihinlere taşıyorum.
Aynı üniversitede verdiğim kentsel dönüşüm dersleri ise yılların birikmiş proje deneyimini öğrencilerle buluşturduğum ayrı bir nefes.
Batıkent’in kolektif emeği, Dikmen Vadisi’nin sorumluluğu, Ankara’nın iç içe geçmiş katmanları…
Hepsi bu derslerde yeniden hayat buluyor.
Bu yüzden artık Ankara benim için yalnızca bir şehir değil;
bir bilgi alanı, bir aktarım mekânı, bir ortak hafıza laboratuvarı.
Ankaralı olmak benim için bir kimlik değil, bir felsefedir
Bugün artık biliyorum:
Çocukluğumun kökleri Tosya’da, Kastamonu’da kaldı;
ama hayat ağacımın gövdesi ve dalları Ankara’da büyüdü.
Ankaralı olmak benim için bir aidiyet değil;
bir düşünme biçimi,
sessizliğiyle konuşan bir şehirde kendi sesimi bulma yöntemidir.
Ben Ankara’yı sevdikçe Ankara da beni içine daha derin çekiyor.
Ben Ankara’ya kulak verdikçe Ankara beni kendime daha çok yaklaştırıyor.
Çünkü bir şehir, ancak gençliğini, emeğini, kelimelerini, merakını
ve cesaretini ona verenlere açar iç sesini.
Ben o sesi duyuyorum.
Ve belki de Ankara’yı bu kadar sevmemin nedeni budur:
Bu şehirde kendimi yeniden kurdum — projeyle, yazıyla, hafızayla ve şimdi de öğrencilerimle -