Şimdi bu sırada Abdülhamit de diyor ki bu yeni şirket şey oldu filan idaresi de değişti. Fransa Konsolosluğu'na elçiliğin haber yolluyor. Bir gelin bir göreyim sizleri diyor. Elçi de Mösyö ile yani şirketin müdürünü Sultan'la tanıştırmak için beraber randevu alıyorlar.
Mabeyne gidiyorlar. Abdülhamit bunları karşılıyor. Fakat mabeyinde duvarda Abdülhamit'in arkasında bir Fausto Zonaro meşhurdur. Her yerde karşılaşırsınız. Abdülhamit'in meşhur portresi aslında. İşte öyle bir mabeyinde toplanıyorlar. Tam tanışma olacak.
Mabeyinde yine kıpkızıl böyle yanan şeylerin yansımaları vuruyor. Mabeynin içeriye kapıda bekleyen kapı kullarından biri geliyor. Yangın var diyor. O zaman ne tanışma ne bir şey. Hiçbir şey olmuyor. Kös kös Fransız elçisi ve bizim şirketin müdürü palas pandıras çıkıyorlar. Faytonlarına gidiyorlar. Boğaz'daki yoldan elçiliğe doğru yol alırken Boğaz'ın sularında bu yangının kızıl alevleri bunlara yansıyor. Şimdi müdür bu yansımadan fırsat şey oluyor. Aklına bir şimşek geliyor. Ya diyor ikide bir yangın çıkıyorsa bu kentte ben diyor o zaman madem su içme suyu için kullanılmıyor. Ben de İstanbul'un yangını hassas bölgelerine yangın suyu şebekesi döşerim. Güzel. Abonelerle uğraşacağıma devletten yangın suyu şeyini alırım. Bunu değerlendirmek için bürosuna gidiyor ve yangın suyu şebeke projelerini hazırlamaya başlıyor. Şimdi bir süre sonra şöyle. Anadolu yakasında hiç aboneleri yok. Onun üstüne müdür Pera'ya çünkü daha fazla nüfusun yarıdan fazlası gayrimüslim. Galata, Pera, Beyoğlu tarafında. Oraya suyu götürüyor. Bir de apartman ölçeğinde düzenleme orada. Tabii tabii oranın belli bir imarı var. Bir yandan da o yatırımlara giriyor. Akıllı adam, su işleri müdürünün yapabileceği her şeyi yapıyor deniyor. Fakat Osmanlı'dan da bir ders alıyor domuzla ilgili. Bir süre sonra bir malumat gazetesinin ilk sayısı çıkıyor. Bakıyor manşetten aynı puntolarla. Yaptığımız araştırmaya göre bizim seçkin alçılarımız aslında domuzu vurmuş ve göle varmadan telef olmuştur. Domuzumuz telef olmuştur diye haber çıkıyor. Bunun üstüne bir rahatlama geliyor müdüre. Zaten odasından haliç gözüküyor. Oradan sakızlı bir lokum atıyor ağzına. Ve odasında da İvan Ayvazovski'nin bir 70-100'lük deniz var. Yelkenli var ve korkunç dalgalar var. Birden kendini bu yelkenli de dalgalarla boğuşurken hissediyor. Ve şöyle diyor, yani ben onu Victor Hugo'dan bir dize dökülüyor ağzından. Diyor ki, Onur sarp kayalıklı bir adadır ki düştün mü dışına bir kere artık nafile uğraşma. Bir daha dönemezsin içine.
Abdülhamid'in en güvendiği paşa İzzet Paşa. Mabeyndeki her elçi karşılamalarında böyle ciddi resepsiyonlarla İzzet Paşa hep Abdülhamid'in yanında. Fakat o gün bu Fransız elçisinin geldiği gün İzzet Paşa yok. Nedeni ne? Niçin gelmemiş? Çünkü kendi konağında, o da Beşiktaş'ta, Beşiktaş Yokuşu'nda konağı. Yıldız Sarayı da karşı tarafta. Yani Beşiktaş Yokuşu'ndan yukarıya doğru giderken sağ tarafta Abdülhamid'in Yıldız Sarayı. Tam karşısında da İzzet Paşa'nın konağı. Şimdi bir sürü o sırada nasıl Fransız şirketi suyla ilgili imtiyaz sahibi olmuş. Alman şirketleri, Belçikalı şirket, Macar şirketleri de İstanbul'da elektrik yok. Elektrik sağlayalım. Aynı şekilde biz de abonelere satalım diye girişimlerde bulunuyor. Abdülhamid de hiç yanaşmıyor. Neden korkuyor? Çünkü bir korkak zaten. Yani hep endişeli. Diyor ki İstanbul kenti yangına hassas. Bütün binalar ahşap. Bir de elektriği evin içine sokarsak evi yakarız. Bütün şeyleri yakarız. Şehir yanar, kül olur. Onun için izin vermiyor. İzzet Paşa da o sırada deney yapıyor aslında evde. Her fırsatı değerlendiren biri. Ve de bu elektrik şirketlerine de baya rüşvet yemiş. Abdülhamid'i sürekli sıkıştırıyor. Yani İstanbul gibi bir dünya başkenti. Evini de laboratuvar gibi kullanıyorsun. Ve de İzzet Paşa diyor ki, Sultanım diyor, siz korkuyorsunuz. Bakın benim konak da karşı tarafta. İzin verin, bizim konakta deneyelim şu elektriği. Siz de her gün bakın, kontrol edin diyor. Ve bir Alman şirketi konağına birkaç tane kazan koyuyor. Önce elektrik ürününü üretmesi için. Ve her tarafa işli kandillerle İstanbul aydınlanırken, bunun konağı ışıl-ışıl. Edison'un lambaları. Akkor lambaları.
Evet. Şimdi Abdülhamid de karşıdan görüyor. Konak şey yapılıyor. İşte tam o sırada, yani mabeyinde bu Fransız şirketinin müdürünü tam ağırlarken, İzzet Paşa konakta Almanlar şirketi, Almanlara elektrik üretiyor ya, Almanlar da jest olsun diye, buna o dönemin sessiz sinemasının, Alman gerçekçilik sinemasından iki tane makara film göndermiş. O da eşini dostunu toplamış, bu filmleri izliyor konağında. Fakat kullanıma talimatı olmadığı için o zaman bu film makinesinin, peş peşe iki makarayı birlikte şey yapınca, kablolar ateş alıyor ve İzzet Paşa konağında yangın çıkıyor. İşte o yangın o yangın. Yani şöyle bakacak olursanız da İstanbul'daki yangınların büyük çoğunluğu hava gazından çıkmış İstanbul'da. 1854 ile 1908 arasında. Ve de elektrik konağından çıkan yangınlar da 1908 ile 1921 arasında. Çok ciddi. Fakat İstanbul'un en büyük yangını iki defa olmuş. Bir tanesi meşhur 1509 depremi ki ona küçük kıyamet demişler. Kentin yani dörtte biri yanmış. Bir diğeri de dördüncü Murat'ın oğlu olmuş. Hep kızı olurken. Onun için büyük bir kutlama yapmış. Havai fişekler filan. Asıl büyük yangın da bu havai fişeklerden olmuş. Havai fişeklerden birkaç tanesi Haliç'te demir almış bir gemiye, bir yelkenliye isabet alıyor. Ve oradan da Haliç'teki etrafındaki Eyüp'te, Balat'ta, bütün oralara. Ve istatistiklere yani benim ulaştığım kaynaklarda 21 hane yanmış.