Anımsarsınız, yanılmıyorsam 1998. Robert Redford başrolünü oynamıştı. Atlara Fısıldayan Adam. Bu yazıya konuk olacak dostumu her gördüğümde aslında o filmi anımsarım. Ama atlara değil, suya fısıldayan adam diye düşünürüm. Benim için o bir su feylesofu.
Özel olarak Ankara sularını, derelerini, yerin altında olan her şeyi iyi bildiğini düşünüyorum. Onlara fısıldadığını düşünüyorum. Derelerin ona fısıldadığını düşünüyorum. Ankara'yı konuşacağız, derelerini konuşacağız. Ama dere de yok diye düşünüyorum. Hasan Akyar Hocam merhaba, siz benim için Ankara sularının feylesofusunuz. Felsefi olarak da onunla kurduğunuz bir ilişki olduğunu birlikte ürettiğimiz bir sürü projede de gördüm açıkçası.
Bir başka sohbetimizde öğrenmiştim. Ankara'da 200'ün üzerinde dere var. Çaylar var, dereler var. Biz şimdi bunların sadece bir tanesini ya da iki tanesini dere formundan çok uzakla tanıklık ediyoruz. Şimdi bu dereler, şunu da iyi biliyorum, sizden biliyorum. Dereler kaybolmuyor. Sadece diyelim ki su yok ama yatağıyla duruyor. Zaman zaman da ekstra sağanaklar da kendini hatırlatıyor. Ben buradayım aslında diye. Bu dereler nereye gitti?
*Çok güzel bir soru. Fakat ben önce şunu söylemeliyim artık derelerimiz fısıldamıyor, çığlık atıyor. Herhangi bir kent içinde bir rögar kapağını kaldırsanız aslında bir kanalizasyon akıyor ama geçmişte orası bir dere. Ve o çığlık atıyor. Ben fısıldasa duymam. Bu yaşta zaten duyumuz, gençliğimiz azaldı. Fakat çığlık attığı için duyumsamazlık olmuyor. Ama bu sizin şimdi çığlık dediğiniz, benim fısıldama dediğim şeyi başka hiç kimse de duymamışız zaten. O sağırlıktan değil, algıları kapalı diyelim. Öncelikleri farklı. Özellikle son 10-15 yıldır herkesin geçim derdi var, gelecek endişesi var. Çocuklarıyla ilgili hayal kuramıyorlar, öyle bir durumdalar. Artık dereler çığlık da atsa onları duyacak durumda değiller. Ben de işte bu noktada böyle kendime görev edindim. Çünkü ben mesleğim inşaat mühendisliği ama inşaat mühendisliğinin su dalında uzmanlığımı yaptım. Çevre mühendisliğinde yüksek derecemi aldım. Yani suyla ilgili ne varsa bilimsel, akademik o çalışmalara girdim. Yayınları taradım. Fakat bunların hiçbiri suyu tam anlamıyla açıklamıyordu. Bir mühendis de olan Süleyman Bey'in, Süleyman Demirel'in tabiriyle, metreküp olarak görür. Ben bu metreküpten nasıl yararlanırım? Bu metreküp milyonlarca olunca su baskını yapar. Ben bunu nasıl ötelerim? Bunlar bir yerde durgun su haline gelirse, sivrisinek ürer, sıtma olur. Sıtmayla savaşacağım, nasıl savaşacağım? Bataklıkları kurutayım. İşte Amik Ovası’ndan tutun, birçok değerli sulak alanımız gibi. Bir mühendis suyun miktarıyla ilgilenir. Daha sonra 60'lar, 70'lerden sonra suyun kalitesiyle de ilgilenilmeye başladı. Ve ilk çevre mühendisliğinin fikri de zaten bu su kalitesiyle ilgili. Kalitesi bozulmuş suları nasıl arıtırım? Buna karışan evsel pis suları nasıl arıtırım? Özellikle sudan kaynaklanan ciddi epidemiler oluyor. Şimdi hani yakın zamanda pandemi, virütük kaynaklı pandemiler gördük. İşte pandemiden ölenlerin sayısı belli. Halbuki sudan kaynaklı mikrobik bakteriyel hastalıklarda ölenler en az 100 kat, 1000 kat daha fazla yerküremizde. Ve mühendisler bunlarla da ilgilenmeye başladı. Sadece sağlıkçılar değil. Sağlıkçı hasta olanı iyileştiriyor. Önemli olan hastalık yaratan etmenlerin ortadan kaldırılması. Bu da tıpta toplum hekimliğini, koruyucu hekimliği gündeme getirdi. Mühendislikte de işte kirlenmiş sudan su yetersizse içme suyunu arıtarak içme suyunu sağlıklı sunmak, evsel pis suları, endüstriyel atıkları arıtarak doğal çevreye vermek gibi bu mühendislik dalları gelişti. İşte ben herhalde 50 yıldır bu işlerle uğraşıyorum ve şunu gördüm, bunlar suyun tanımanın %10'u 15. Bütün bunlar, yani baraj mühendisliği, sulama mühendisliği, taşkın önleme, gölet, içme suyu sağlanması, endüstri suyu sağlanması aslında suyla ilintimizin %20'sini geçmez. Bunun farkını vardım.
Suyla asıl toplumun ilişkisi var. Mesela insanlar tarihte ilk yerleşimleri su kenarında yapmışlar. Ama dikkat edin deniz kenarında değil, tuzlu su kenarında değil, tatlı su kenarlarında. Dünyanın halen en önemli başkentleri deniz kıyısında değil, İstanbul hariç. İstanbul bambaşka bir kategoride ama Türkiye'nin başkenti Ankara.
Ankara niye başkent? Çünkü bundan 100 yıl kadar önce, başkent olmadan önce suyu bol, her tarafta dere var, işte çubuk çayı, hatip çayı tertemiz akıyor. Şimdi böyle akıyor hocam. Şimdi ise Ankara’da Akköprü mevkii derelerinin buluşma noktası. Ankara derelerinin toplar damarı. Fakat bu damarlar artık kanalizasyon.
Özellikle Ankara'da, Ağustos, Ekim aylarında Ankara derelerindeki doğal suyun en az düzeyde olduğu, en az akışın olduğu dönem, yani bu dönemlerde hemen hemen %90'a bunun evsel atık..
Yani kullanılmış sular, yani belki çok az miktarı belki sanayi suyu. Yani bizim dereler olmuş birer kanalizasyon...
-devam edecek-