Sonra başladım ve askerlik dönemine kadar orada devam ettim. Tabi orada sanatın orada başka bir noktasıyla karşılaştım. Sonuçta ben orada atölyeleri kullanıyordum, maden atölyesini kullanıyordum. Sonra bir hocamız daha vardı, sanat tarihi hocası. Ondan izin aldım ve sanat tarihi derslerine girdim. Çünkü sanatın bir de teorik kısmının tadına vardım.
Fakat okul doğal olarak tamamlandıktan sonra bu işin orada şeyi de gördüm. Yani iki türlü sanat eğitimi vardı. Bir çağdaş yetişip de eğitim veren atölyelerimiz vardı. Bir de figüratif ve modelaj eğitimi veren atölyelerimiz vardı. Yani birinde insan yüzleri sıfatları ön planda alınırken, diğerinde figür ortada değilse bir biçimlerle ifade edip. Bu beni çok meşgul etmişti.
Bu işte sanat tarihinde de bu konular işlendiği için bununla ilgili kitaplar araştırmak ihtiyacıydı. Uzun yıllar tabii sanat ve sanat tarihi konusunda ve sanatın gelişimi konusunda birçok bilgi edinme ihtiyacını ve bu boşluğu doldurma ihtiyacı bende son derece yoğundu. Çünkü sadece bir biçim yaratmak benim için artık sanat olmadığını görmeye başlamıştım. O boşluğu daha çok kendi başıma araştırarak doldurma ihtiyacını uzun yıllar sürdürdü.
Askerlik bittikten sonra da çok önemli hocalarımızla çalışma fırsatı yakaladım. Burhan Alkar, Gülendir Savaş, Hüsrev Koşuner gibi… Buna benzer çok değerli hocalarımızla büyük anıtların uygulamasında bulundum. Ta ki kendi atölyemi 1996 yılında kuruncaya kadar. Aslında anıtı daha sonra sanatın ne olduğuyla ilgili bütün sanatsal birikimlerin sonucunda beni eğiten ne olduğunu fark ettim.
Sanata bir el yordamıyla ya da özel bir yetenekle kişiler gerçekleştiriyorsunuz ama onun arkasında ne var diye baktığım zaman aslında yine beni besleyen doğduğum topraklar, içine doğmuş olduğum toprakların beni eğittiğini fark ettim. Çünkü heykel yapılıyor olmazsa bile Anadolu'da hiçbir şeyi çarşıdan, pazardan satın almıyorsunuz. Eğer ekmek ihtiyacı hissediyorsanız tohumu götürüp tarlaya ekmek zorundasınız. Onu biçip harmana getirmek zorundasınız. Harmanda hazır ettiğinizi değerlere getirip, un elde edip, değirmenden sonra eve getirip, tandırda pişirmek zorundasınız.
Eğer bir meyve yiyecekseniz, onun filizini bulamamışsanız, onun çekirdeğini yediğiniz bir meyvenin çekirdeğini tohuma ekeceksiniz, o tohumda ağaç yetiştireceksiniz, bu da 7 yıl sonra size meyve olarak dönecek. Ve buna benzer o kadar çok örneğimiz var ki Anadolu'da. Yani Anadolu'da hiçbir aleti, edevatı çarşıdan, pazardan satın alamazsınız.
Mutlaka orada kendini yetiştirmiş çok önemli ustaların olduğunu fark ettim, bunları izlemiştim. Fakat bunların farkına Ankara'ya gelip sanatla iştigal ettikten sonra o insanların çalışkanlığını ve estetik duygularını da fark ettim.
Mesela öküze yük vermesin diye kağnının tekerlerini birbirine bağlayan ekseni büyük bir ustalıkla yapardı. Bunu ben şimdi anlıyorum ki öküze fazla yük binmemesi için belli bir denge ve terazi içerisinde yapılması gerektiğini fark ediyorum. Bunlar çok önemli ustalıklardı.
Ben Anadolu'da yani bize, köyümüze teknoloji dediğimiz şeyler 80'lerden sonra gelmiştir, işte traktördür falan. Mesela tekerleğin keşfedildiğinden bugüne kadar binlerce yıl geçmiştir ve bunlara tanıklık ettim.
Mesela Anadolu'da ustalıkla elde edilmiş evlere baktığımız zaman insansı bir özellik taşırlar, sıcaktır. Yani ölçek olarak da mimari olarak da sıcaktır. Biz hep böyle köy evlerine özlem duymamız aslında insansı özelliklerden. Hiçbiri birbirine benzememesine rağmen bir güzellik söz konusudur. Oradaki yetişmiş usta ne kadar sanatkâr bir ustaysa oradaki biçimde o kadar güzel olur. Benzersiz bir eser çıkar ortaya.
Mesela bir tarlaya, bahçeye ya da bir evin avlusuna gittiğiniz zaman o kişiyi tanımadan o kişinin ne kadar güzel bir özelliklere sahip olduğunu görürsünüz. Çünkü her şey yerli yerinde, temizdir.
Aynı zamanda taşı taş üstüne koyarken bile orada estetik kaygı görürsünüz. Ahşap yapılara baktığınız zaman orada yine bir estetik, yani bir fonksiyon dışında bir estetik arayışı içerisinde olduğu görürsünüz. Direk dediğimiz yapıyı taşıyan o ahşap blokların kolonlarında altında taşı sadece bir taşıyıcı olarak değil o taşa işleme yaptığını görüyorsunuz. Yani illa bunun heykel olarak zuhur etmesine gerek yokmuş. Yani heykel elbette ki çok güzel bir şey. Bin yıllık bir kesintiye uğramıştır, ayrı bir şey ama sonuçta sanatı hiçbir zaman insanın özünden söküp atma şansınız yok. İşte annelerimizin, babaannelerimizin dokuduğu halılara, kilimlere baktığınız zaman bugünkü Picasso gibi eserlerle o dili konuşmuşlar, orada anlatmak istediklerini o halılarda, kilimlerde anlattığını görüyorsunuz. Yani çağdaş kavram dediğimiz zaman sonuçta Anadolu'ya yabancı olan şeylerin olmadığını geri dönüp Anadolu'nun içinde işlenmiş olan o yapıtlara, o halılara, kilimlere taş duvarlara baktığımız zaman bunu görebiliyoruz.
-Bu öykü çok ilginç. Yani çok rastlantısal olarak köye gelmiş bir kamu görevlisinin merakıyla sizi sanat dünyasıyla ve de Gazi Eğitim dediğimiz zaman bence Ankara'da ve belki ülkede akan sular durur. Yani kültürün, sanatın başkenti Ankara ve onun başkenti de aslında Gazi'dir. Hem resmiyle hem heykeliyle. Sizi orayla buluşturan bu süreci, bu serüveni birinci ağızdan daha önce ne duydum ne okudum ne dinledim çok etkilendiğimi söyleyeyim. Çok teşekkür ediyorum.