Ankara’nın tarihinde bazı anlar vardır ki, yalnızca bir olay olarak değil; bir vicdanın, bir duruşun, bir milletin kaderine yön veren bir işaret olarak kalır. Benim için o anlardan biri, Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya ilk adım attığı gün, Hacıbayram çevresinin o kendine özgü ağır havasında yaşanan sahnedir: Müftü Rıfat Efendi’nin Paşa’nın elini tutup “Sözümün delili budur” diyerek cebindeki kefen parasını önüne koyması… O paranın kendisi değil, parayı koyan irade; o iradenin arkasındaki cesaret; o cesaretin arkasındaki sadakat beni her defasında derinden sarsar.
Rıfat Börekçi’ye duyduğum hayranlık, yalnızca tarihî bir sempati değildir. Bir milletin kurtuluşunda, sözün mermi kadar etkili olabildiğini gösteren bir adamın önünde duyulan saygıdır. Çünkü o sözler, o gün yalnız duvarlara çarpmadı; cemaatlere, kasabalara, köylere, milis kuvvetlerine yayıldı. Ankara’nın çamurlu yollarında yürüyen Mustafa Kemal’e, “Bu şehir senin arkandadır” diyen görünmez bir moral gücüne dönüştü.
İstanbul’dan işgal gölgesinde çıkarılan beş fetvayla Anadolu’nun moral cephesine sıkılan manevi kurşunlara karşı, Ankara’da 153 imzayla verilen o karşı-fetva hâlâ Türk siyasal hafızasının en diri anlarından biridir. Bu fetva, sıradan bir dinî metin değildi; halkın anlayacağı yalın Türkçeyle yazılmış bir meydan okuma, bir direniş çağrısıydı. “Milletin kendi istiklâlini istemesi farzdır” cümlesinin ağırlığı bugün kolay anlaşılmıyor olabilir ama o günün şartlarında bu, hem hilafete hem işgale hem de korkuya karşı açık bir başkaldırıydı.
Rıfat Börekçi’nin kişiliğinde beni etkileyen şey, bağırarak değil, öfkeyle değil, sükûnetle direnen o karakterdir. Ankara’ya kim gelirse önce onun kapısına uğrar; müftülüğün kapısında sessiz bir otorite hissederdi. Otoriter olduğu için değil, güven verdiği için. Tekâlif-i Milliye emirleriyle evindeki son un çuvalını vermeye yanaşmayan köylüyü bile ikna eden, savaşın ortasında dinin insanı teskin eden yönünü hatırlatan bir dil taşırdı. Savaş meydanlarının görünür kahramanları olur; bir de şehrin içinde, sokaklarda, camilerde, esnaf loncalarında dolaşan görünmez kahramanları… Rıfat Börekçi benim için o görünmez kahramanlardan biridir.
Cumhuriyet kurulduğunda Mustafa Kemal’in onu Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirmesi de bu yüzden beni şaşırtmaz. Bu, bir teşekkür makamı değildi; milletle yeni devlet arasındaki bağın sağlam bir zemine oturması için doğru kişiyi doğru yere koyma tercihiydi. Atatürk, hilafetin kaldırılmasının doğurabileceği boşluğu ancak milletin güvendiği bir Anadolu âliminin doldurabileceğini biliyordu. Ve o güven, yılların içinden süzülüp gelen bir güven değildi; bizzat Milli Mücadele içinde sınanmış, bedeli kefen parasıyla peşin ödenmiş bir güvendi.
Börekçi’nin hayatında beni en çok etkileyen şeylerden biri de şu oldu: O, hiçbir zaman meydanların adamı olmadı; hiçbir zaman kendini öne çıkaran biri değildi. Ankara’nın direniş ruhu içinde öyle bir yer tuttu ki, bugün dönüp baktığımda şehirde bazı taşların neden yerinden oynamadığını daha iyi anlıyorum. Ankara’ya güven veren o kararlı sessizlik, bazen bir komutandan değil, bir müftünün masasından yayılır. Ve o masada, uzun geceler boyunca sönmeyen bir lamba, şehrin geleceğine tutulan küçük ama direngen bir ışık gibi yanar.
Bugün Rıfat Börekçi’nin adını andığımda içimde hâlâ aynı saygı yükselir. Kurtuluş Savaşı’nı yalnızca silahla değil, sözle de kazanmış olduğumuzu hatırlatan; işgal altındaki bir imparatorluk başkentinin manevi baskısına karşı Ankara’nın bağrından yükselen o direniş sesini taşıyan bir adamdır o. Benim için böylesine değerli olmasının sebebi de budur: Rıfat Börekçi, bu ülkenin kaderine sessizce omuz veren, ama ağırlığı yüz yıl sonra bile hissedilen adamlardan biridir.