1826 yılı, Osmanlı’nın tarihinde bir dönüm noktasıydı.
Resmî belgeler bu olayı “Vaka-i Hayriye”, yani Hayırlı Olay olarak kaydetti.
Oysa halkın belleğinde bu tarih, bir ocağın değil, bir inanç yolunun söndürülme günü olarak kaldı.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte Bektaşilik, devletin kılıcı altında ezildi.
Ocağın Kalbi: Bektaşi Nefesi
Yeniçeriler, kılıç kuşanırken yalnız savaş yeminleri etmezdi; Hacı Bektaş-ı Veli’nin duasına da sığınırdı.
Her kışlada bir Bektaşi babası bulunur, askerle birlikte aynı lokmayı paylaşırdı.
Bu yüzden ocak, sadece bir askerî teşkilat değil, bir manevî kardeşlik düzeniydi.
Yüzyıllar boyunca Bektaşiliğin halkçı, özgürlükçü nefesi bu ocaklarda dolaştı.
Ancak II. Mahmud’un reformları için bu nefes artık fazla “bağımsız”dı.
Vaka-i Hayriye: Hayır mı, Kıyam mı?
Yeniçeriler, 1826’da II. Mahmud’un kurmak istediği modern ordu düzenine karşı çıktı.
İsyan bastırıldı, binlercesi idam edildi.
Ama hükümdarın gözünde yalnızca ocak değil, onun ruhu da yok edilmeliydi.
Çünkü o ruhun adı Bektaşilikti.
Devlet bir taşla iki kuş vurdu:
Yeniçeriler tasfiye edildi, ardından Bektaşi tekkeleri mühürlendi.
Mal varlıkları müsadere edildi; bazı babalar idam, bazıları sürgün edildi.
Yüzyılların halk irfanı bir gecede “sapıklık” sayıldı.
Takkelerin Düşüşü, Nakşilerin Yükselişi
O dönemde her Bektaşi tekkesinin başına, Nakşibendi veya Halvetî şeyhleri atandı.
Bu, yalnız bir idari değişiklik değildi; inanç düzeninin yeniden biçimlendirilmesiydi.
Nakşibendilik, devletin merkezileşme ideolojisine daha uygundu; sessiz, itaatkâr, sistemle barışık.
Bektaşilik ise sorgulayıcıydı, özgürlüğü kutsuyordu, halkın sesiyle konuşuyordu.
İşte o yüzden devletin gözünde “tehlikeli bir ses”ti.
Tekkeler susmadı ama susturulmuş gibi yaptı.
Kapısında Nakşi tabelası asılıydı, içerideyse hâlâ “Ali aşkı”yla söylenen nefesler yankılanıyordu.
Bektaşilik artık yeraltına çekilmiş bir vicdan hâline geldi.
Bir Kültürün Yası
Bektaşi nefesleri o günden sonra birer ağıda dönüştü.
“Yıktılar tekkemizi, sürdüler babamızı…” dizeleri, sadece bir yakınma değil, tarihî bir tanıklıktı.
Devlet, kendine itaat etmeyen sesi susturmuştu ama o ses halkın dilinde yaşamaya devam etti.
Taşrada, dağ köylerinde, küçük dergâhlarda, “yol evladı” dedikleri gençlerin dilinde Bektaşilik hâlâ nefes alıyordu.
Ancak artık gölgeliklerde, fısıltılarda, saz tellerinde…
Merkezî Aklın Gölgesi
II. Mahmud, imparatorluğu modernleştirmek istiyordu.
Fakat bu modernleşme, merkezileşmiş bir devlet anlayışına dayanıyordu.
Bektaşilik ise tam tersine, halkın içinde kök salan, kişisel vicdanı esas alan bir öğretiydi.
Dolayısıyla bu iki anlayışın bir arada yaşaması imkânsızdı.
Modernleşmenin bedeli, özgür inanç geleneğinin susturulması oldu.
Bugüne Düşen Yankı
Vaka-i Hayriye, tarih kitaplarında hâlâ “hayırlı olay” olarak geçer.
Ama sorulması gereken soru şudur:
Bir inanç susturularak yapılan reform gerçekten hayırlı mıdır?
Belki de bu sorunun yanıtı, hâlâ Anadolu’nun bir köyünde söylenen bir nefeste gizlidir:
“Yıktılar tekkemizi, kül ettik gönlümüzü,
Bir aşkın ateşiyle, yandık biz, kül olduk.”
Kişisel Not:
II. Mahmud’un reformlarının ardında akıl ve düzen arayışı vardı, ama bu düzenin içinde vicdanın sesi kısılmıştı.
Bektaşilik, devletin çizdiği sınırların ötesinde bir insanlık öğretisiydi.
Ve her susturulan öğreti gibi, zamanla bir yas değil, bir direnç hafızasına dönüştü.