Hollywood’un Gizlenen Yüzü ve CIA’nin Gölgesindeki Sansür

Amerika’ya gittiğimde, kıtanın genişliğini, yolların bitmeyen uzantısını, şehirlerin birbirine benzemeyen ruhunu hissettim. Büyük kentlerde yürüdüm, sokaklarını gözlemledim, insanlarıyla konuşmaya çalıştım. Küçük kasabaların içinden geçtim; baktım ama içlerine çok da girmedim. Ve evet, Los Angeles’a hiç gitmedim. Gitseydim belki bir film stüdyosunun önünde dururdum ama asıl görmek istediğim şey, o stüdyonun arkasındaki sessizlikti. O ışıklı tabelaların gerisinde neler olduğunu merak ettim. Çünkü Hollywood’u izlemek değil, anlamak istiyordum.

Hollywood dedikleri yer, bana kalırsa bir tür yanılsama. Parıltılı ama sığ, gösterişli ama kurallı. Orada filmler çekiliyor evet, ama bazı filmler daha fikirken yasaklanıyor. Bazı hikâyeler hiç yazılamıyor. Bazı isimler ise, bir sabah ansızın karalanıyor.

Bir akşam, internette rastladım o dosyaya: “Hollywood Blacklist.” Basit bir başlıktı, ama altına yazılanlar, Amerikan sinemasının perde arkasını bir tokat gibi gösteriyordu. Liste uzuyordu: senaristler, yönetmenler, oyuncular, dekor tasarımcıları... Ortak özellikleri mi? Sistemin istediği gibi değil, gördükleri gibi anlatmaya kalkmış olmaları.

Çocukluğum Kastamonu’da geçti. O yıllarda şehrin kültürel kalbi, şüphesiz Halk Eğitim Merkezi’ydi. Her hafta bir akşam, orada altyazılı Amerikan filmleri gösterilirdi. Biz de ailece giderdik, neredeyse hiçbirini kaçırmazdık. O loş salon, sinema perdesine değil de başka bir dünyaya açılan bir pencere gibiydi benim için. Şehir küçük, salon sadeydi ama perdede dönen hikâyeler çok büyüktü.

Bugün dönüp baktığımda, sinemayla olan bağım işte orada kuruldu. Ama yıllar içinde öğrendim ki, o perdede izlediğimiz her şey bize ulaşana kadar birçok filtreden, birçok onaydan geçmişti. Işıklar parlıyor, sahneler akıyordu ama bazıları eksikti. Bazı hikâyeler hiç gelmemişti. Çünkü yazılmamışlardı. Ya da yazıldılar ama karartıldılar.

İçlerinden biri dikkatimi çekti: Dalton Trumbo. İsmini önceden duymuştum, ama hikâyesine bu kadar yaklaşmamıştım. Spartacus gibi filmleri yazmış biri, tam da Oscar alacakken, adı sansürlenmiş. Başkasının ismi yazılmış ödülün üzerine. Trumbo o dönem kara listeye alınmıştı. Suçu komünist olmak değil; komünizmin korkutucu bir hayalet gibi dolaştığı Amerika’da, “öyle sanılmak”tı. O da sahte isimlerle yazmaya devam etmiş. Filmler yine beyaz perdeye düşmüş ama adam yoktu. Trumbo, kendi senaryosunun jeneriğinde bile saklanmak zorunda kalan bir gölgeydi artık.

Bu yalnızca onun hikâyesi değildi. Hollywood Ten denilen on kişilik bir grup vardı o dönem. Her biri alanında yetenekli, üretken insanlar. Ama hükümetin kurduğu komiteye ifade vermeyi reddettikleri için kara listeye alınmışlardı. Bazısı Avrupa’ya kaçtı, bazısı içe kapandı, bazıları sessizce intihar etti. Amerikan rüyası, bir sabah gözaltında uyanan insanlarla doluydu.

Sonra bir başka isim çıktı karşıma: Charlie Chaplin. Sessiz sinemanın gülümseyen adamı. Modern Times’la endüstri düzenine, The Great Dictator ile Hitler'e kafa tutmuştu. Ama Amerika’da “fazla eleştirel” olmak, “yeterince sadık olmamak” anlamına geliyordu. Chaplin Avrupa’ya kısa bir seyahat için gittiğinde, dönüşte ülkeye alınmadı. Hiçbir mahkeme kararı yoktu. Ne savunma hakkı tanındı, ne resmî bir gerekçe sunuldu. Bir sabah itibarıyla Amerikan vatandaşı değildi artık. Ve bu da sessizdi; tıpkı ilk filmleri gibi.

O gece ekrana uzun uzun baktım. Rüya diye pazarlanan şeyin altında gizli servis imzaları, ordu onayları, senaryo sansürleri vardı. Pentagon, Amerikan ordusunu yücelten filmlere destek veriyor, savaş uçakları tahsis ediyor, asker figürlerinin nasıl davranması gerektiğini bile belirliyordu. Karşılığında da senaryoya müdahale ediyordu.

Top Gun örneği çarpıcıydı. Filmde Amerikan pilotları kahraman gibi gösterilmişti. Donanma, çekimlere destek vermekle kalmamış, film sonrası pilot başvurularında rekor artış yaşanmıştı. Oysa aynı dönem çekilen, Vietnam Savaşı’nı sorgulayan Platoon, Apocalypse Now ya da Born on the Fourth of July gibi filmler ordu desteğinden tamamen yoksundu. Çünkü o filmler, Amerikan kahramanlığını değil, Amerikan yıkımını anlatıyordu.

Ve yakın tarihten bir örnek daha: Zero Dark Thirty. Usame Bin Ladin’in yakalanışını anlatan film. CIA, bu filme kapılarını açtı. Operasyon detaylarını senaristle paylaştı. Ama sonra filmdeki işkence sahneleri tartışma yarattı. İşkenceyi meşrulaştırıyor mu, yoksa yalnızca gösteriyor muydu? Bu kez CIA bile bölündü. Senato soruşturma açtı. Bazı belgeler kamuoyuna sızdı. Hollywood, bu kez kurucusunun değil, destekçisinin hedefindeydi.

Bugün hâlâ bazı filmlerde, bazı sahnelerde o eski gölgeler dolaşır. Bazı kahramanlar bize fazla tanıdık gelir çünkü onlar devletin kurduğu vitrinlerdir. Ve bazı yokluklar, bazı eksik isimler, bazı eksik teşekkürler... Onlar bize neyin dışarıda bırakıldığını fısıldar.

Karartılmış sahneler sinemanın değil, sistemin aynasıdır. Gösterilmeyen her hikâye, bir gün başka bir perdede başlar. Ama önce biri çıkar ve der ki: ‘Burada bir eksik var.’