Bir şehir, sadece binalardan ibaret değildir.
Bir şehir, insanın kendini yaşadığı yere bıraktığı izdir.
Ama son yıllarda o izler siliniyor; sokaklar kimliğini kaybediyor, evler birbirine benziyor, duvarlar konuşmuyor artık. Kentsel dönüşümün hedefi “yenilemek”ti, fakat biz farkına varmadan “yok etmeye” başladık.

Eskiden taş evlerin duvarları, içinde yaşayanların sabrını anlatırdı. Şimdi duvarlar sessiz, camlar kalın, perdeler kapalı. Her şey yeni, ama hiçbir şey sıcak değil. Dönüşüm dediğimiz şeyin merkezinde insan kalmadığında, şehir de insan olmaktan çıkıyor.

Bir binayı yıkmak kolaydır; zor olan, orada yaşamış insanların duygusunu, anısını, sesini koruyabilmektir. Bizim şehirlerimizde ise önce duygular yıkıldı, sonra binalar. Betonun vicdanı yok, çünkü onu öyle yaptık.

Kentsel dönüşüm aslında bir ihtiyaçtı. Eski yapılar dayanıklı değildi, risk büyüktü. Ama sorun dönüşümde değil, dönüşümün ruhunda. Biz güvenli binalar yapmak isterken, güvensiz şehirler kurduk. Çünkü sadece kolonları güçlendirdik, ama toplumun bağlarını zayıflattık.

Bir kentin ruhu, o kentte yaşayanların birbirine nasıl baktığıyla ölçülür.
Artık kimse kimseye bakmıyor. Asansörde selamlaşmak bile eski bir alışkanlık haline geldi. Beton yükseldikçe insanlar küçülüyor.

Eskiden bir mahallenin çocuğu olmak, bir aidiyetti. Şimdi mahalle yok, sadece adres var.
Bu fark, sadece mekânsal bir değişim değil; ahlaki bir kopuştur. Çünkü kent, ahlakın mekânıdır.
Bir şehirde adalet, sadece mahkemelerde değil, plan masalarında başlar. Bir sokağı yıkarken oradaki insanın onurunu da gözetmiyorsan, bu dönüşüm değil, tasfiye olur.

Şehir planları çizilirken kimse “burada kim yaşayacak” diye sormuyor artık.
Kaç kat çıkılacağı, kaç daire satılacağı, ne kadar rant elde edileceği konuşuluyor.
Oysa bir şehir, yalnızca mülkiyetin değil, insanın ortak hafızasının da alanıdır.
Mülkiyet büyüdükçe hafıza küçülüyor.

Dönüşümün en büyük bedelini yine en yoksullar ödüyor.
Bir gecekondu mahallesinde yaşayanın evi “değersiz” sayılıyor ama o evde yaşanan hayat paha biçilmez. Çünkü orada dayanışma var, komşuluk var, birbirine güven var. Beton binalar o duyguyu taşıyamıyor.

Kentsel dönüşüm, aslında bir toplumsal sözleşme olmalıydı.
Devlet, yurttaşına “seni daha güvenli, daha insanca bir çevrede yaşatacağım” demeliydi.
Ama bu sözleşme zamanla “müteahhit ile malik arasında bir pazarlık”a dönüştü.
Şehir, kamusal bir alan olmaktan çıktı, bir yatırım aracına dönüştü.

Bugün betonun vicdanı yoksa, bunun nedeni onun inşa edilme biçiminde.
Her bina, bir kararın sonucudur.
Ve o kararlar alınırken vicdan masada yoksa, ortaya çıkan sadece yapılar olur; şehir değil.

Şehircilik bir matematik değil, bir etik meselesidir.
Bir sokakta çocuk sesleri azaldıysa, bir mahallede sabah pencereleri aynı anda açılmıyorsa, bir apartmanda kimse kimsenin adını bilmiyorsa, o şehirde dönüşüm değil, çözülme vardır.

Kentsel dönüşüm, insanı yaşatmalıydı.
Ama biz betonu yaşattık, insanı unuttuk.
Şimdi şehirler yeni, ama ruhları eski.
Ve her yeni bina biraz daha eskiyor, çünkü içinde insan kalmıyor.

Belki de artık planlamayı değil, vicdanı konuşma zamanı geldi.
Belki de bir şehir, önce insanın kalbinde yenilenmeli.
Yoksa ne kadar beton dökersek dökelim, o betonun altında hep aynı soru kalacak:
“Bu şehir kimin için yapılıyor?”