Bir sabah Ankara’da uyandım ve kendimi Gregor Samsa gibi hissettim. Yatağımda değil, Kızılay’ın ortasında… Bildiğim, hafızama kazınmış Ankara gitmiş; yerinde bambaşka bir şehir duruyordu.
Eskiden Ulus Meydanı’nda taşların tozunu hissederdim. Atatürk Bulvarı’nda akasya ağaçlarının kokusu burnuma dolardı. Sakarya Caddesi’nde öğrencilerin kahkahaları duyulurdu. Kızılay’da kahveler, pasajlarda plakçılar, sokak başlarında gazeteciler olurdu. Şimdi dev ekranlar, korna sesleri, sürekli açık alışveriş merkezleri var. Şehir kabuğunu değiştirdi; ama bu kabuk sanki içine kapanmış, havasız kalmış bir kabuk.
Mahalleler artık eski mahalle değil. Komşuluk bağları kopmuş. Apartman kapıları ardına kadar açık değil, kilitli. İnsanlar birbirini tanımıyor, selam bile vermiyor. Şehir bir kalabalık yaratıyor ama içinde yalnız hissettiriyor.
Yitirdiğimiz değerler birer birer gözümün önünden geçiyor: Atatürk Orman Çiftliği’nin tahrip edilen alanları, yıkılan İller Bankası binası, taş taş üstünde bırakılmayan eski sinemalar… Bütün bu kayıplar, sanki kentin ruhundan birer parça koparıyor.
Gregor Samsa’nın ölümünden sonra aile yeniden nefes alabilmişti. Ankara için bu dönüşümün sonu henüz gelmedi. Şehrin kabuğu hâlâ sert, içerisi hâlâ nemli ve karanlık. İçinde hareket etmeye çalışıyoruz ama duvarlara çarpıyoruz. Bir gün, bu kabuğun çatlayıp yeni bir Ankara’nın doğacağını umuyorum.