Cemil Meriç’in övgüleriyle satılan bir kitap: Jules Payot’nun ‘İrade Eğitimi’ veya terbiyesi… Zannımca kontrol etmesi tamamıyla bir zorluktan, insanın ruhuna darbeler vuran bir sıkıntıdan ibaret olan bu terim için terbiye kelimesi daha uygun… Açıkça koca bir güçlük, bazı zamanlarda aşılamayacak bir engel… İnsanın kendi iradesini kendi eline alamadığı, çalışmak isteyip ilerleyemediği anlarda hissettiği aczin yarattığı o buhran dolu dakikalar… Sonunda, varacağımız nokta daha da acı dolu: kadercilik.
‘Ben yüreğimde ne de benliğimde böyle bir hevesle donatılmamışım’ cümlesi… Mahcup bir kabullenişin yanı sıra insan doğasının güçlüğüne karşı bir tepki dahi koyamamanın ruhta açtığı derin yara…
Tanımın olmadığı dakikalar bunlar, vatanını korumak isteyen ancak ne elinde kılıcı ne sadağında oku ne de kolunda takati bulunmayan bir askerin anlayacağı bir hadise gibi. Hoca’nın sözleriyle, ‘bana damdan düşen birini getirin’.
Ya da doğru bir eğitim…
Değerli ZAFER okuyucuları, sizleri ilk yazımda bu iç karartan cümlelerle selamlamaktan hoşnut olmasam da bunu belki bir uyarı görevini bilmeden üstlendiğim için yapıyorum. Özellikle, tam bu yaz üniversiteye başlayacak ya da sınava girecek arkadaşlarımın daha doğru bir şekilde geleceklerini inşa etmeleri ve önlerinde uzanan senelerde çok daha başarılı olmaları için… Bahsi geçen kitabın bir anahtar olduğuna inanıyorum.
Kim bilir, belki buradan ismi işitenler kendileri veya yakınları için öncü olarak onların başarılarında bir gizli kahraman olabilirler.
*.
Payot’nun bu kitapta geçen bir cümlesi insan ruhunun tembelliğini yenmesi için gerekli olan şartı açıklıyordu: ‘insan, yalnız duyguların emri altındayken yüksek bir motivasyonla hareket eder’di.
Duygular olmadan dile getirilen fikir insanı harekete geçirmeye yetmeyen ve benlikte boş yer kaplayan içi boş kaplara benzerdi.
Zihnen ve ruhen israf edilmiş…
Ve zannımızca bu doğruydu. Genç erkekler arasında popüler olduğu bilinen ‘spor yapma merakı’ ancak bir hanımefendiye ulaşmamanın ya da ulaştıktan sonra ona yakışamamanın acısından ileri gelirdi. En başarılı öğrenciler, zamanında başarısızlığı en çok tadanlardan, bu ıstıraptan kurtulmaya söz vermişler arasından seçilirlerdi.
Acı- tatlı herhangi bir duygunun etkisi altında olan ve bu duyguyu isteklerine uygun şekilde kullananlar, galip geleceklerdi.
İnsanlığın ilerlemesiyse bundan farklı değildi. Bir serinin beşinci yazısı olan ‘ yeni bir başlangıç, bir özet meselesi’ isimli bu makalenin öncesine atıfta bulunmak gerekirse -herkesin baştan okumasının faydalı olduğu ufak bir ricayla hatırlatılırsa da- otorite ve iktidarın paylaşılmasının ilk örneği olan Roma İsyanı, toplumsal bir duygu seli sayesinde gerçekleşmişti.
Amerikan sanayisinin en büyük atılımını yaptığı yıllar, ‘Amerikan İç Savaşı’na denk düşerdi. 2. Dünya Savaşı’nın başında uçaklar makineli tüfeklerle avlanmaya çalışırken yalnız birkaç yıl içinde gelecekte Ay’a ulaşacak roketler havalanmaya başlamıştı.
Tarih, insanlığın içinde yüzyıllarca yavaş yavaş biriktirdiği duyguların ve becerilerin parladıkları kısa sürelerde toplumların büyük sıçramalar yaptığına defalarca kez tanıklık etmişti.
Ancak ilerlemenin kanuna karşı çıkan, yalnız duygu selinin yıktığı bentlerle değil çatışma ve uzlaşma sarmalını etkili biçimde kullanarak da ilerleme yolunu tutan tek bir milletin bulunduğu söylenebilirdi: Anglo-Saksonlar.
*
Şimdi ilk yazıdan itibaren bugüne kısa bir özete geçebiliriz.
Hayatım boyunca minnettar kalacağım çok Saygıdeğer Büyüğüm Önder Sürenkök’ün tavsiyesi ve bir öğretmen telakki ettiğim Yazı İşleri Müdürümüz Sayın Umut Karakülah’ın kabulüyle başlayan serüvenin ilk yazısı, ‘Nereden Başlamalı’ idi.
Son cümlesi, yolumuzu açıklıyordu: “bize düşen görev de bu yolu takip etmek, ‘’Nereden başlamalı’’ya vereceğimiz cevaplarla bugün içinde yaşadığımız anı doğru okuyarak yani ‘vaziyet ve manzara-i umumiye’yi betimleyerek ‘’Ne Yapmalı’’ya ulaşmak.”
İkinci yazı, ‘Hikayenin Bildiğimiz Hali’, MÖ. 509 yılındaki birkaç günü anlatıyor ve bir yanlış anlaşılmaya son veriyordu. Bugünkü sistem, anayasal temsili demokrasiydi ve bunun başlangıcı Yunanistan’a değil, Roma’ya dayanıyordu.
Yani, ikinci yazının sonundaki cümle haklıydı: “Hikâye, tam olarak o an itibariyle başlamıştı.”
Üçüncü makale, ‘Demokrasinin Yoldaşları’ adını taşıyordu ve o dönem bilinmese de esasında ‘toplumların teslim olduğu duygu selinin sebeplerini’ anlatıyordu: “Tanrının takdiri ya da tarihin tekerrüre olan garip hevesi… Adı ne olursa olsun, kibir-zorbalık ve meşruiyet üçgeni, demokrasiye giden sürecin paydaşıydı.”
Bentleri yıkarak gelen hızlı sıçramanın sebebi bu üçgenin yarattığı duygulardı.
Üçüncü makalenin diğer önemli tarafı, demokrasiyi gerçek manasıyla inşa eden ve uygulayan İngiliz milletinin, böyle bir yetiye sahip olmasının altında yatan tarihsel sebeplere dair bir giriş yapmasıydı.
Dördüncü yazı tam bu noktada devreye giriyordu. İlerici-gerici muhasebesi ve siyasi terimlerle giriş yapılan makale, Anglo-Sakson istilacıların yarattığı dağınık güç odaklarını inceleyerek yöneticileri sınırlayan hatta değiştiren bu milletin ‘uzlaşma rejimi’ne ne kadar yatkın olduğunu anlatıyordu.
Ortaçağın karanlık günlerinde bir zayıflık belirtisi addedilen bu mesele birkaç yüzyıl sonra kuvvetin temeli olacaktı: “Dağınık güçler, merkezi otoriteyle her daim çatışıyor görünseler ve rekabet etseler de iki tarafın anlaştığı bir düzlem bulmak mümkündü.
Ve bu birliktelik yaratıldığında, kararlar iş birliğiyle alındığında… Yetkisini paylaşmak istemeyen kral gerekirse buna zorlandığında, geleceğin dünyasını yaratacak olan çok seslilik ve farklılıkların ortaya koyduğu yeni düzenin ilk adımları inşa edildiğinde…
Tarih tam olarak bu noktada, İngilizler’in yüzüne gülmüştü.”
Bugünden itibaren, hikayemiz aynı yolda ilerleyecek ve ilk başta söylendiği gibi, sonunda bugüne dek uzanacak bir yolculuğun izleyicileri olacağız.
Herkese, sevgilerle…