Siyasette kullanılan ve bir fikri de insanı da betimleyen kelimeler, gösteriş ya da söz oyunlarından hazzeden zihinlerin kıskanç şekilde korumaya çalıştıkları sevgililerini andırırdı.
Esasında bu ikisi karşıt gibi görünürdü. ‘Ben sağcıyım, solcuyum’ diyen ergenle, ‘sağ-sol kavramına inanmıyorum, bunlar yabancıların uydurmasıdır’ cümlesini kuran ermiş kişi(!) aynı idi.
Birisi kendini tanımlamak ve tanımından yola çıkarak gösteriş yapma merakının peşine düşmüştü; yek diğeri ise tanımlanamaz olmanın, toplumdan tamamen ayrışmanın ona getireceği ‘tekillik’ duygusunun takipçisiydi. O, kimsenin fark edemediklerini fark etmiş, tüm insanların peşinden koştuğu kavramların hatalarını bularak hepsinden üstün duruma gelmişti.
Kavramları gururla ifade edenlerle, reddedenler aynı hevesleri birbirinden zıt yollarda arayanlardan başkası değillerdi ve amaç itibariyle ikizlerdi.
Reddedenler veya parfüm gibi üstüne boca edenler… Kim ne amaçla kullanıyor olursa olsun kavramlar gerçekti. Bizimki gibi hala emekleyen toplumlarda kargaşalar yaşansa da siyaseti bilim haline getiren yaşanmışlıklar bazı kavramları kesinkes olarak betimlemişti.
Herkesçe manası kabul görmüş kelimelerin başındaysa gerici-ilerici geliyordu.
Ve gericinin sözlük manası şuydu: “bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeğe çalışan”
Buna göre ilerici, toplumun gelişmesini sağlamayı amaç ediniyor, en azından destekliyordu.
Ve bu, doğruydu.
MÖ. 509’da Roma krallığı son bulduğunda her yerde olduğu gibi devleti yönetecek birilerine ihtiyaç duyulmuştu. Bu, ihtiyacın farkında olanların gayretleriyle hızla sorun çözüldü. Artık kral yerine ülkeyi her yıl yeniden seçilen iki farklı konsül yönetecekti. Konsül, görev süresi bitince sıradan bir Roma vatandaşı olarak yaşamını sürdürecek ve hatta yargılanabilecekti. Ancak yetkiler, yine fazlacaydı. Roma esasında her sene değiştirdiği iki kral tarafından hükmedilen bir yer haline gelmişti.
Bunun dışındaysa senatoya yalnızca patrici yani üst sınıfın erkekleri seçilebiliyorlardı hatta daha önemlisi ister senato ister diğer görevler için olsun oy kullanma şansı verilenlerin sayısı çok sınırlıydı.
Yalnız en büyük ailelerin en yaşlı erkekleri…
Ancak bu değişiklikler, bugün durduğumuz noktadan izlediğimizde ne kadar geriyse de, bahsi geçen tarih için bir ilerlemeydi. Tek kişinin yetkisinin sınırlandırılması, alınan kararların insanları ikna ederek hayata geçirilmesi…
Bu her dönem için ilerlemeydi.
Tarih, tam olarak bu noktada İngiliz milletinin yüzüne gülmüştü. Büyük Ortadoğu tarihçisi Bernard Lewis’in ünlü sözü olan “Demokrasi, İngilizce konuşan milletlerin rejimidir” ifadesinin kökleri burada yatıyordu.
* * *
Heptarşi, yani yedi krallık dönemi, Cermen kabilelerinin adadaki Britonları yerlerinden sürerek veya onlarla birleşerek kendi egemenlik bölgelerini yarattıkları devrenin adıydı. 5. Yüzyılın son çeyreğinde adaya çıkan Cermenler çeyrek asır gibi kısa bir sürede güçleri sıklıkla dalgalanan krallıklar inşa etmeye başlamışlardı.
Bu krallıkların hiçbiri yek diğeriyle savaşmaktan çekinmiyordu. Savaşlara eşlik eden güç değişimleriyse her yüzyılda yeni bir krallığın yükselişini simgeliyordu.
Asla kurulamayan merkezi bir irade… Sıkça taraf değiştirebilen lordlar, başlarındaki kralı tanımayan soylular demekti. Krallar halkın gözünde saygın ancak asıl karar vericilerin zihinlerinde değiştirilebilecek kişiler olarak hayat bulmuşlardı.
Ve soylular yanlış düşünmüyordu. Kişisel sadakatlerini sundukları kralı değiştirebildiklerinin yanı sıra bir şeyi daha fark etmişlerdi.
Bir araya geldiklerinde, ülkelerine ihanet etmeden kralı değiştirebilirlerdi.
Hatta bunu heptarşi dönemindeki otorite boşluğu doldurulduğunda bile başarabilirlerdi. TRT’nin yapımlarına da konu olan ‘Edington Savaşı’nın ardından İngiltere’yi birleştirmeye başlayan Büyük Alfred’in torunu Athelstan’ın bütün İngilizlerin ilk kralı olarak ölümünün yalnız 16 yıl sonrası ülke çoktan ikiye bölünmüştü. Kardeşler arasında bölünen krallığın yanı sıra eski toprak bağları gevşetilmemiş ve en üstteki krala rağmen hem baronlar hem de earldorman unvanıyla tanınan bölgesel krallar hükümlerini sürdürmüşlerdi.
Tek fark, bu görevlerini o anki kralın bir temsilcisi olarak yapmalarıydı.
Bu sırada tarihin gördüğü en karanlık yapılanma olan orta çağ kilisesi de ciddi bir güç kazanmıştı. Athelstan’dan 36 yıl sonra hüküm süren Şehit Edward’ın üç kardeş arasında öne çıkmasını sağlayan başlıca destek Kilise’den gelmişti.
Baronların gücünün zirvesiyse tedbirsiz lakaplı Athelred’in dönemiydi. Tahta çıktığı andan itibaren yerel lordlara sözünü geçiremeyen Athelred, Anglo-Sakson milletinin Vikinglere üstün geldiği son yüz yıllık tarihi bir çırpıda yok etmiş, tahtından olmuş ve ülkesini bir Viking olan Sweyn’in hakimiyetine bırakarak Normandiya’ya kaçmıştı.
Savaştaki rakibinin, ancak birkaç ay süren hüküm dönemi sona erdiğinde baronların temsilcileri, o anki kralları Knut’u -Sweyn’in oğlu- hiçe sayacak kadar güçlü oldukları için Normandiya’ya gelerek Athelred’i sınırlarını bizzat baronların çizdiği bir anlaşmaya razı olduğu takdirde tahta tekrardan çıkaracaklarını bildirmişlerdi.
Dağınık güçler, merkezi otoriteyle her daim çatışıyor görünseler ve rekabet etseler de iki tarafın anlaştığı bir düzlem bulmak mümkündü.
Ve bu birliktelik yaratıldığında, kararlar iş birliğiyle alındığında… Yetkisini paylaşmak istemeyen kral gerekirse buna zorlandığında, geleceğin dünyasını yaratacak olan çok seslilik ve farklılıkların ortaya koyduğu yeni düzenin ilk adımları inşa edildiğinde…
Tarih tam olarak bu noktada, İngilizler’in yüzüne gülmüştü.
Dağınık Güçler
Ali Akçakaya
Yorumlar