Yıl 1935. Bozkırın ortasında yükselen genç başkent Ankara, o günlerde dünyada olup biteni dikkatle izleyen bir Cumhuriyetin kalbi gibi atıyor. Sovyetler Birliği’nden gelen diplomatik haberler ise başkentin koridorlarında soğuk bir rüzgâr gibi dolaşıyor. Stalin’in Boğazlar ve Ardahan üzerindeki hak iddiasını çağrıştıran açıklamaları, Türkiye’ye ulaştırılmış durumda. Bu sözler, yalnızca Moskova’dan gelen bir haber değil; Ankara’ya doğrudan verilmiş bir mesajdır adeta.
O gece Ankara Palas’ta bir davet düzenlenir. Davetliler arasında Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi Lev Mihayloviç Karahan da vardır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, o gece alışılmış protokolü bir kenara bırakır. Sabaha karşı saatlerde beklenmedik bir adım atar. Kimi hatıratlara göre yalnız, kimilerine göre birkaç yakın kurmayıyla birlikte, doğruca Sovyet Elçiliği’nin kapısına gider.
Kapı açılır. Karahan, karşısında Atatürk’ü görünce şaşırır. Gazi, lafı dolandırmaz. Masaya oturur ve doğrudan sorar:
— “Bu açıklamalar Stalin’e mi aittir? Sovyetler Birliği'nin resmî politikası mıdır?”
Karahan durumu toparlamaya çalışır. "Yanlış anlaşıldı, muğlak ifadeler" demeye yeltenir. Ama Atatürk kararlıdır, sözü nettir:
— “Bu gece Moskova’dan cevap gelmezse, yarın sabah Türk ordusu Rus sınırındadır.”
Ankara’da hava ağırlaşır, saatler ilerler. O dakikalarda Sovyetler’den beklenen telgraf ulaşır. Açıklamaların resmî bir politika olmadığı, yanlış yorumlandığı bildirilir. Kriz büyümeden örtülür. Ama Atatürk için mesele kapanmış değildir.
Gazi, Karahan’a döner ve adeta bir kader çizgisi çizer:
— “Seni artık ülkene çağırırlar. Ama orada yaşatmazlar. İstersen Türkiye’ye iltica et.”
Karahan nazikçe reddeder:
— “Hayır Ekselansları. Dönmem gerekir.”
Ve döner…
Aylar geçer. 1937’de Sovyetler’de Stalin’in ünlü “Büyük Temizlik” operasyonu başlar. Diplomatlar, askerler, parti yöneticileri… Herkes sıradadır. Lev Karahan da o listededir. 20 Eylül 1937’de kurşuna dizilir. Bazı kaynaklara göre infazdan önce ağır işkencelerden geçirilmiş, ardından yakılmıştır. Detayların ne kadarının teyitli olduğu tartışmalıdır; ancak Karahan’ın öldürülme emrinin Stalin’in doğrudan onayıyla verildiği, bugün belgelerle sabittir.
Atatürk’ün o geceki öngörüsü yalnızca siyasi bir sezgi değil, aynı zamanda insani bir derinliğin sonucuydu. Onun diplomasi anlayışı, yalnızca ülkesinin çıkarını değil, karşısındakinin akıbetini de tartabilen bir lider bakışıdır.
Belki de Karahan, Atatürk’ün dediği gibi, o gece yolda kalmalıydı…