Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nin kendisi benim için bir mabet niteliğindedir. Her gelişimde de bu heyecanı duyuyorum. Buradaki bir obje ile ilgili olarak sizi tanıştıracağız, bu kez iddaa ile söylüyorumi hakikaten bu meseleyi hiç dinlememiş olmalısınız. Bir anıtın önündeyiz. Sevgili müze müdürüm Yusuf KIRAÇ Bey, arkeolojisini dinlemek istiyorum.
-Fasıllar Anıtı, Hitit imparatorluk döneminin en önemli anıtlarından bir tanesi. Konya Beyşehir'de şu anda orijinali. Bu anıt Hitit imparatorluk döneminde, Hititlerin hem su kaynaklarında, su ordalleri yaptığı gibi, hem de o bölgede var olan Beyşehir'de yine Eflatun Pınar dediğimiz bir yer var, oraya yakın bir taş ocağından çıkartılıp yolda bırakılmış. Çıkartıldığı köyün adını alıyor. Arkeolojide öyle bir gelenek var, mesela bizim içerideki vazomuz Çankırı'dan ama köyün ismi İnandık. İnandık vazosu. O bölgedeki ya da o mevkiye farklı bir isim verilirse köyün, bir de mevkisinin ismi de verilir. Bu anıt aslında Hitit imparatorluk döneminde, biliyorsunuz dünyanın ilk yazılı antlaşmasının olduğu, Kadeş savaşının, 3. Hattuşili ile mısırdan 2. Ramses arasında imzalanmış bir anlaşmadır. Dünyadaki ilk yazılı anlaşma, bir tablete kaydedilmiştir. O tablet İstanbul Arkeolojide. Bizde ise, Kadeşteki tablette bir mühür daha var. Puduhepa mührü. Bunların çocukları, 4. Tuthaliya diye geçiyor. Bir rivayete göre, 4. Tuthaliya’nın yaptığı değerlendirilirse, 4 Tuthaliya savaşın galibi adına, Hititler savaşta galip gelmiştir. Bu yüzden bu Fasıllar anıtını yapıyoruz diyor aslında. Burada bir fırtına Tanrısı var, altında dağ Tanrısı var, üzerine basıyor ve yanında da gücü sembolize iki tane de aslanımız var. Böyle de kıymetli bir eser ve 72 ton ağırlığında orjinali. 8.5 metre boyunda, iki buçuk metre eninde, 2.75 genişliğinde, yaklaşık 20 metrekare bir yüzeye, yapılmış bir kabartma. O dönemdeki kabartmaların en büyüğü neredeyse.
-Kadri KALAYCIOĞLU, bu programımıza katıldığınız için teşekkürler. Bu anıt meselesi ile siz ne zaman tanıştınız? Ne zaman kapınızı çaldılar?
-Müze müdür muavini benim sınıf arkadaşımın abisiydi, arkeolog. Yıl 1950’ler, 55’ler filan. Ben buraya part time geliyorum. Müzenin iç dekorasyonu yapmak üzere. Bizim Konya yolu üzerinde bir anıtımız var, onun buraya gelmesi mümkün mü? Sen gidip, oraya bakabilir misin? dedi. Oraya bu anıtı getirmek üzere gittim. Bir baktım ki, anıtın gelme şansı hiç yok. 72 tonu o zaman taşıyabilecek bir vasıta var farzedelim, onun anayola çıkması için 1-2 köprü yapılması lazım. Dere var. Bu olmaz dedim. Nasıl yapacağız? dediler.Burada çok değerli restoratör arkadaşlar var. Kalıbını alalım, ben onu mozaik gibi dökmeyeceğim, normal çakıl, dere kumundan dökeceğim, aynısını yapacağız ama siz kalıbını alabilecek misiniz? Dedim. Hayhay dediler. Gittiler kalıbını aldılar. Ben o kalıba göre bunun içine o zaman malzeme de yoktu Ankara'da, elektrik direkleri koydum. O kalıbı orijinal dere kumu ile döktürdüm, mozaik görünümünde olmasın diye. Hemen hemen orijinal halini muhafaza ediyor.
-Buraya gelenler göreceklerdir. Aslında üzerindeki işçilik çok detaylı değil ama bunun bir gerekçesi var. Yapıldığı yer itibariyle uzaktan doğru algılanması için böyle bırakıldığın anlatılıyor.
-Evet, bir de şu var. Bunun mozaik şeklinde görürmemesi için, bütün müze çalışanları, arkadaşların eline taşlar verdim. Taşlarla birnevi mucarta yerine, mozaik mucartayla yapılır. Ben onu taşlarla vurdurarak bu hale soktum ki, sanki orijinali gelmiş gibi oldu. Zannediyorum bu hikayeyi bilmeyen de, bunu orijinal zannediyor değil mi? demek ki başarılı olmuşuz.
-Peki ne kadar sürdü?
-Vallahi, 1-2 ay sürdü.
-Önünde bir havuz düzenlemesi var, bu bir ritüel değil mi?
-Tabi, bunu bana su Tanrısı diye söylediler o zaman. Ben de su Tanrısını suyla ilişkilendirdim. Onun bir parçasıymış gibi, böyle ufak bir havuz yaptım.