Dün, yani 23 Haziran, Türkiye için sessiz ama derin izler bırakan bir günün yıl dönümüydü. Bundan tam 104 yıl önce, 1921’de, Fransa ile Türkiye arasında Ankara Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Fransızlar, Güney Cephesi’nden çekileceklerini taahhüt etti; ancak daha önemlisi, bu belgeyle Hatay meselesi, tarihin gündemine resmen girdi.

Bugün ise takvimler 24 Haziran’ı gösteriyor. Belki sıradan bir gün gibi görünüyor ama tam da bugün, geçmişin bir izdüşümünü, bir liderin gölgesini, bir toprağın sinesine yeniden dönme öyküsünü düşünmeden edemiyor insan. Çünkü Hatay, sadece bir şehir değil; Hatay, bir milletin namusu, bir liderin vasiyetidir.

Bir Akciğerle Memleketin Ciğerine Koşmak

Yıl 1938... Mustafa Kemal Atatürk’ün sağlığı, artık telafisi mümkün olmayan bir şekilde bozulmuştur. Siroz, tüm bedenini esir almaktadır. Doktorların kesin emri vardır: "Yolculuk yasak!" Fakat Hatay meselesi yakıcı bir gündemdir. Fransız mandasındaki bu kadim Türk toprağında, kader belirlenmek üzeredir.

İşte tam da bu noktada, Atatürk’ün devlet adamlığını aşan bir karakter direnişi çıkar karşımıza. Kimsenin beklemediği bir anda, Dolmabahçe Sarayı’ndan çıkar, özel trenle Mersin’e doğru yola koyulur. Trenin adı bile manidardır: "Beyaz Tren". Ama o tren, aslında bir milletin umudu ve bir adamın son büyük yürüyüşüdür.

Sıcaklık 40 derecenin üzerindedir. Vücut direnci son derece düşüktür. Yemek yiyememektedir, çoğu zaman ayakta bile duramamaktadır. Fakat buna rağmen, Adana’da halkın karşısına çıkar, konuşma yapar. Her kelimesi Hatay’a doğru atılmış bir adımdır. O gün orada söylediği şu cümle, tarihin sıcağına kazınır:

Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz.

Hatay: Sınır Değil, Kader Çizgisi

Atatürk, 10 Kasım 1938'de hayata gözlerini yumduğunda, henüz Hatay resmen Türkiye’ye katılmamıştı. Ama onun diplomatik mirası, kararlılığı ve stratejik öngörüsüyle Hatay halkı 29 Haziran 1939’da yapılan referandum sonucunda Türkiye'ye katılmayı kabul etti. Bu karar, sadece bir toprak kazanımı değildi. Bu, bir halkın köklerine dönmesi, bir milletin gövdesinin yeniden birleşmesiydi.

Atatürk bu günü göremedi belki. Ama onun mücadelesi sayesinde, Hatay’da ezan Türkçe okunmaya, devlet dairelerinde Türk bayrağı dalgalanmaya başladı.

Bugün Ne Yapıyoruz?

Tarih, sadece olan biteni kaydeden bir nesne değildir. Tarih, unutursak tekrar eder. Atatürk’ün canı pahasına yürüttüğü bu davayı, biz bugün sadece bir yıldönümü kutlamasıyla geçiştiriyorsak, vazifemizi eksik yapıyoruz. Hatay hâlâ önemlidir. Hem jeopolitik olarak, hem kültürel olarak hem de ulusal hafızada.

Çünkü Hatay, “Benim şahsi meselemdir” diyen bir adamın yüce yalnızlığında yoğrulmuş bir hikâyedir. Ve biz bu hikâyeyi yaşatmak zorundayız.


İşte bugün, 24 Haziran’da, bir an durup düşünmek gerek:

“Bu ülkenin sınırlarını çizen kalem mi, yoksa fedakârlıkla atan bir yürek mi?”

Ben cevabını biliyorum. Ya siz?