Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne adım atan herkesin gözü önce o büyük taş tabletlerdeki kabartmalara takılır. Tarihin en sessiz anlatıcılarıdır onlar; binlerce yıl önce konuşan ellerin, düşünen zihinlerin bugüne bıraktığı kelimesiz hikâyeler… Ama bu taşların bir başka dili daha vardır: egonun dili.
O tabletlerde, bir uygarlığın yöneticisi ya da önde gelen kişisi yaptıklarını anlatırken, anlatının görsel tarafına da ince bir tercih yansır. Bazıları, kendi yaptıklarını aktarırken öyle bir önem atfeder ki kendine, tabletin neredeyse yarısını kocaman bir yandan yüz kabartması kaplar. Dudakları sıkı, bakışları uzaklara dikilmiş, saçları kusursuz… Yaptıkları mı? Onlar, kalan küçük bölümde birkaç satırla geçiştirilir.
Ama bir de öyleleri vardır ki, kendisini taşın kenarına, küçücük bir vesikalık gibi yerleştirir. Gözü, bakışı, hatta yüz ifadesi bile “önemli olan ben değilim” der gibidir. Onlar için esas mesele, bıraktıkları işin büyüklüğü, yaptıklarının toplum için değeri olur. O küçük kabartmaların yanındaki metinler, taşın büyük kısmını doldurur; savaşların ayrıntısı, yapılan tapınakların ölçüsü, adaletle alınmış kararların hikâyesi…
EGO tabletleri, insanlık tarihinin ilginç bir aynasıdır aslında. Binlerce yıl önce bile, kimileri adını taşın en görünür yerine kazımak istemiş; kimileri ise yaptığı işin, kendi adının önüne geçmesine izin vermiş. Bugün ise tabletler değişti, taş yerini ekranlara bıraktı. Ama insan aynı insan… Sosyal medyada paylaşılan bir fotoğraf karesinde, bir raporun kapağında, bir sunumun ilk slaytında hâlâ aynı tercih sorulur: Kendi yüzünü mü büyüteceksin, yoksa hikâyeyi mi?
Belki de bu yüzden, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde o taşların önünde durup düşünmek gerekir. Egosu tablet kadar büyük olan mı kalıcıdır, yoksa taşın kenarındaki küçük yüz mü?