Hayatım boyunca çok kitap okudum. Kimi bana bilgi kattı, kimi sadece hoş vakit geçirmemi sağladı. Ama çok azı ruhuma kazındı, düşünce dünyamda yeni kapılar açtı. Onlardan biri, belki de en başta geleni, İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlasıdır.
Bu kitabı elime ilk aldığımda, sadece bir roman okuyacağımı sanıyordum. Oysa ilk sayfalardan itibaren, sislerin sardığı bir İstanbul’da, Galata’nın dar sokaklarında, meyhanelerin loş ışığında, rüyayla gerçeğin birbirine karıştığı sahnelerde buldum kendimi. Bünyamin’in masum merakı ile Ebrehe’nin şeytani zekâsı arasındaki o görünmez ipte yürürken, kelimelerin beni adım adım kendi evrenine hapsettiğini hissettim.
İhsan Oktay Anar’ın dünyası bana zaman zaman Jorge Luis Borges’i, özellikle de Yolları Çatallanan Bahçe’yi hatırlatır. Çünkü Anar da Borges gibi, zamanı tek bir çizgi değil, sonsuz olasılıkların birbirine dokunduğu bir bahçe gibi kurgular. Her yol bir başka hikâyeye, her kapı başka bir âleme açılır. Ve bu bahçede, puslu haritaların, hayali diyarların ve düşlerin izinde ilerlersiniz.
Yıllar sonra romanın çizgi roman uyarlamasıyla tanıştım. Başta tereddüt ettim: Böyle söze dayalı bir atmosfer, acaba çizgiyle taşınabilir miydi? Ama sayfaları çevirdikçe gördüm ki, puslu limanlar, yağmurlu Galata sokakları, uzak diyarlardaki fantastik manzaralar çizgilerde yeniden can bulmuş. Çizgi roman, romanın düşsel gücünü eksiltmek bir yana, görsellikle çoğaltmıştı.
Puslu Kıtalar Atlası benim için sadece bir roman değil; okuma hayatımda bir dönüm noktası. O eşiği geçtikten sonra edebiyatın ne kadar geniş, ne kadar oyunbaz ve ne kadar büyülü olabileceğini gördüm.
Henüz okumayanlara çağrım basit: Önce romanını okuyun, kelimelerin sizi puslu kıtaların derinliklerine çekmesine izin verin. Sonra çizgi romanına bakın; göreceksiniz, o kelimeler çoktan gözünüzün önünde resme dönüşmüş olacak.
Bazı kitaplar vardır, sadece okunmaz, yaşanır. Puslu Kıtalar Atlası işte onlardan biri… Ve kim bilir, belki siz de bu puslu bahçede kendi çatallanan yolunuzu bulursunuz.