Bir asır önce, Anadolu’nun yorgun topraklarında yeşeren bir umut projesiydi Atatürk Orman Çiftliği. Sadece bir tarım işletmesi değil, Cumhuriyet’in nasıl bir hayat tahayyül ettiğini gösterecek bir modeldi. Modern tarım teknikleri, halkla iç içe bir üretim anlayışı, sağlıklı kentleşme ve kamusal yaşamın iç içe geçtiği bir vizyonun somut karşılığıydı. Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat kendi tasarruflarıyla kurduğu bu alan, sadece Ankara’nın değil, tüm Türkiye’nin geleceğine dair bir mesajdı.
Prof. Dr. Ruşen Keleş’in yıllardır altını çizdiği gibi, AOÇ, “bir kalkınma, planlama ve halkçılık simgesi” olarak değerlendirilmelidir. Bugün 100. yılına girerken AOÇ’nin hâlâ bir mücadele alanı olması tesadüf değildir. Çünkü bu topraklar yalnızca ürün değil, bir rejimin temel ilkelerini de taşır.
CUMHURİYET’İN TOPRAKLA KURDUĞU BAĞ: AOÇ’NİN KURULUŞU VE VİZYONU
1925 yılında, Ankara’nın batısında çorak bir arazide temelleri atılan Atatürk Orman Çiftliği, aslında Cumhuriyet’in toprağa bakışının bir ifadesiydi. Atatürk, bu toprakları kendi şahsi mal varlığından satın alarak kamusal bir yarara dönüştürmeyi hedeflemişti. Batı’daki modern tarım işletmelerinden esinlenmiş, ancak Anadolu koşullarına uyarlanmış bir kalkınma projesiydi bu.
Amaç yalnızca üretim değildi; eğitim, deneme, modelleme ve halkla paylaşım. AOÇ’de uygulanan tarım teknikleri, traktör kullanımı, hayvancılık yöntemleri ve seracılık faaliyetleri, Türkiye’nin dört bir yanındaki köylüler ve çiftçiler için bir okul işlevi görüyordu.
Çiftlik aynı zamanda bir yaşam alanıydı. Lokantası, gazinosu, hayvanat bahçesi, hatta bira fabrikasıyla modern bir kamusal alan tahayyülünün ilk örneklerinden biriydi. Burada hedeflenen, halkın doğayla iç içe, üretimle yan yana bir yaşam sürebilmesiydi. Bu bağlamda AOÇ, yalnızca bir tarım girişimi değil, bir hayat tasarımıydı.
BETONLAŞMA VE KAMU YARARININ GERİ ÇEKİLİŞİ: AOÇ’NİN YÜZYILLIK MÜCADELESİ
Atatürk Orman Çiftliği, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yalnızca verimli bir tarım ve eğitim alanı değil, aynı zamanda toplumun birlikte üretebileceği ve ortak yaşam kurabileceği bir kamusal mekândı. Ancak 1950’lerden itibaren bu özgün karakteri sistematik şekilde zayıflatılmaya başladı. Önce özelleştirmeler, ardından parçalanan mülkiyet yapıları ve sonrasında gelen imar kararları AOÇ’yi tehdit altına soktu.
Prof. Dr. Ruşen Keleş, Kızılcagün TV’de yayımlanan Gizlenenin Peşinde programımda bu süreci “Cumhuriyet’in mekânsal hafızasına yönelik bir tahribat” olarak niteliyor. Keleş’e göre AOÇ, yalnızca bir yeşil alan değil; laiklik, halkçılık ve planlama ilkelerinin mekânda cisimleşmiş halidir. Bu nedenle oraya yapılacak her müdahale, sadece doğal çevreye değil, Cumhuriyet’in değerlerine de yöneliktir.
2000’li yıllardan sonra çiftliğin kalbinde yer alan araziler üzerinde yapılan büyük inşaat projeleri –örneğin bazı kamu binalarının bu alana inşa edilmesi– AOÇ’nin kurucu ilkelerle olan bağını koparma noktasına getirmiştir. Ruşen Keleş’in ifadesiyle bu, “geçmişin tahribatı değil, geleceğin gaspıdır.”