Her gün gazete sayfalarından, televizyon ekranlarından ve sosyal medyanın akışından yeni haberlerle karşılaşıyoruz. Ekonomi dalgalanırken, siyasi tartışmalar gökyüzünü delercesine yükseliyor; toplumsal sorunlar ise gözlerimizin önünden sessizce akıp gidiyor.

Peki, biz bu karmaşanın içinde gerçek insanları ne kadar görebiliyoruz? Onların umutlarını, korkularını, kayıplarını…
Haber başlıklarının ötesinde, insanın insanla buluştuğu o ince çizgiyi ne kadar fark edebiliyoruz? Belki de empati, gözlerimizi bu sessizliğe açtığımızda başlıyor; her bir hikayede bir insanı yeniden görmekle, yeniden tanımakla belki de dünyayı biraz daha anlamakla başlıyor…
Empati, sadece “duymak” değil de; biraz anlamak, anlamayı istemek, hissetmek ve gerçekten hissettiğimizde harekete geçmektir. Toplumsal olaylar karşısında duyarsız kalmak çoğu zaman kolaydır; fakat farkındalık, anlama çabasıyla başlar.
Kendimize hiç “Ben olsaydım ne hissederdim?” diye sorar mıyız? Sorsak bile gerçekten hissedebilir miyiz? Bence cevabı çok net: Koca bir HAYIR. Mesela depremde ailesini kaybeden insanlar… Hangi birimiz o acıyı tarif edebilir ki? Sadece ortak olabilir, yürekten hissedebiliriz.
Haberler, gözlerimizin önünden akıp giderken, bu acılar ekranın ötesine bile geçemiyor, soğuk sayılar ve kuru başlıklar arasında kaybolup gidiyor.

Oysa empati, tam da bu boşlukta filizlenmez mi?

Bir annenin enkaz başında donup kalmış bakışlarında, bir çocuğun okul yolunda taşıdığı korkuda ya da işsiz bir babanın çaresizliğinde, kendimizi görmektir.

Çünkü insan dediğimiz, yalnız kendi hayatının değil, başkalarının da yükünü taşır. Kimi zaman farkında olmadan, kimi zaman bilerek… Ama asıl mesele, bu yükü görmeyi seçip seçmediğimizdir.

Haberler akar, gündem değişir, gündem değiştikçe unuturuz. Fakat empati, unutmayı reddeden bir kalbin direnişidir.