Bir süre önce, yine Kızılcagün TV’de Gizlenenin Peşinde programı için çekimdeydik. Ankara’nın Çubuk ilçesi ile Akyurt arasındaki sınıra yakın, az bilinen bir yükseltiye çıktık. Bir tepeden söz ediyorum. Belki uzaktan bakınca sıradan bir arazi parçası gibi duruyor. Ama tepeye çıktığınızda sadece ovayı değil, tarihi görüyorsunuz.

O gün orada gözüm Çubuk Ovası’na, aklım binlerce yıl öncesine gitti. Üzerinde kazılmış bir alan var. Defineciler tepeyi yoklamış; birkaç metre aşağıda düzenli taşlardan oluşan bir platforma ulaşmışlar. Sonra Anadolu Medeniyetleri Müzesi bölgeyi fark etmiş ve alan koruma altına alınmış.

Ben bu tepeye baktığımda buranın bir gözetleme noktası değil, bir mezar olabileceğini düşündüm. Belki Ankara Savaşı sırasında hayatını kaybeden bir komutanın… Belki de bu yapı daha da eskilere, Hititler’e kadar uzanıyor. Bir korugan, bir kutsal alan… Henüz net değil. Ama toprak, içinde bir şey saklıyor gibi.

Bu tepenin yakın tarihi de sessiz değil. Bir dönem Türk Hava Yolları’na ait bir yolcu uçağı bu yükseltiye çarptı. Kaza sırasında ne yazık ki birkaç yurttaşımızı da kaybettik. Yani burası sadece eski çağların değil, yakın geçmişin de tanığı. O yüzden orada dururken yalnızca bir coğrafi yükselti değil, çok katmanlı bir hafızayla baş başa kalıyorsunuz.

O gün, o tepede rüzgâr yüzüme çarparken kendi kendime sordum:
"Acaba 28 Temmuz 1402 sabahı, bu tepeden ovaya bakan bir başkası daha olmuş muydu?"
İşte bu yazı, o sorunun peşine düşerek yazıldı.Ankara, yalnızca bir başkent değil, tarihi boyunca birçok büyük olayın sahnesi olmuş bir şehir. Bunlardan belki de en az konuşulanı ama en çok iz bırakanı, Ankara Savaşı.

O gün Timur ve Yıldırım Bayezid’in orduları Çubuk Ovası’nda karşı karşıya geldi. Bu sadece bir meydan savaşı değildi. Bu, Anadolu’nun siyasi yapısını kökünden sarsacak bir çatışmaydı.

Yıldırım Bayezid, Anadolu beyliklerini Osmanlı çatısı altında toplamıştı. Ama bu birleşme, kılıç zoruyla olmuştu. Timur, doğudan yürürken işte bu gönülsüz beyleri yanına çekti. Gönderdiği mektuplarda “Atalarınızla yoldaştım, şimdi sizinle yoldaş olmak isterim” dedi. Ve birçok beylik, Bayezid’i yalnız bıraktı.

Timur’un ordusu sadece kalabalık değil, akıllıca konumlanmıştı. Bayezid’in su kaynakları kesildi. Sıcak bastırdı. Ordunun morali bozuldu. Bazı askerler taraf değiştirdi. Savaş, Osmanlı’nın aleyhine döndü. Ve Yıldırım Bayezid, o gün esir düştü.

Savaş sırasında Ankara Kalesi hâlâ direniyordu. İçeride Ahi birlikleri vardı. Ama Bayezid’in esareti her şeyi değiştirdi. Timur kaleyi kuşattı ama zorlamadı. Kale, savaşı kazananın gölgesinde sessizce teslim oldu.

Timur, şehre zarar vermedi. Hedefi, yakmak değil, otorite kurmaktı. Kısa süre sonra ordusuyla batıya yöneldi. Arkasında ise hem fiziksel hem siyasal anlamda yıkılmış bir Osmanlı bıraktı.

Bugün o yükseltiye tekrar çıkarsanız, aynı ovaya siz de bakarsınız. Gözle görülür bir iz olmayabilir. Ama Ankara’nın o gün yaşadığını, toprak size usul usul anlatır.

Belki o tepe bir mezardır. Belki bir kutsal alan. Belki binlerce yıl önce yapılmış bir korugan. Belki de yalnızca bizim hafızamızda can bulan bir anlam. Ama kesin olan şu:
Orada bir şey olmuş. Ve Ankara, o günden sonra asla aynı şehir olmamış.

“Gizlenenin Peşinde” bu kez bir mezar taşının, bir ovaya bakan yükseltinin, sessiz bir tarihin peşinde.
Çünkü Ankara'nın sadece bilinen hikâyeleri yok. Toprağın altında kalmış, konuşmayı bekleyenleri de var.

Ve biz, tam da onların izindeyiz.