Ankara’da Opera binasına sırtınızı verip Atatürk Bulvarı’ndan yukarı yürüdüğünüzde, sağınızda heybetli, taş duvarlı bir yapı belirir. Bugün Devlet Resim ve Heykel Müzesi olarak bilinen bu bina, aslında bir müzeden çok daha fazlasıdır. Çünkü bu yapı, Cumhuriyet’in kendini anlatmak için kurduğu sahnelerden biridir. Ve bu sahnenin hikâyesi, pek çok yerinde kesilmiş, örtülmüş, sessizliğe terk edilmiştir.
Millî Mimarlık, Millî Ruh: Bir Taşın Dili
1927 yılında Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından tasarlanan bu bina, “I. Ulusal Mimarlık Akımı”nın en güçlü örneklerinden biridir. Osmanlı sivil mimarisinin süslemeci gelenekleriyle Selçuklu’nun geometrik kararlılığını birleştiren bu yapı, aynı zamanda yeni bir Cumhuriyet estetiğinin taş üstündeki ifadesidir.
Taş işçiliği, kemerli girişleri, çift kollu merdivenleri ve simetrik kitlesiyle bu bina, sadece bir yapısal düzen değil, bir düşünsel düzenleme iddiası taşır. Ama mesele sadece biçimsel değildir; çünkü bu bina aynı zamanda bir rol üstlenmişti.
Türk Ocağı mı, Halkevi mi, Sahne mi?
Bina, inşa edildiğinde Türk Ocakları Genel Merkezi olarak planlandı. Ancak bu “merkez” sadece bir toplantı binası değildi. İçinde 500 kişilik büyük bir tiyatro salonu, sahne arkası mekânları, kütüphane ve eğitim salonları bulunuyordu. Çünkü amaç, halkın kültürle buluşacağı bir sahne kurmaktı.
1927-1931 arasında burada, Türk operetleri, klasik Batı müziği konserleri, halk konferansları ve eğitim programları düzenlendi. Cumhuriyet, halkla temasını sözle değil, sahneyle kuruyordu.
Fakat 1931’de Türk Ocakları kapatılınca, bina bir anda kimliksizleşti. Ardından CHP’nin Halkevleri’ne devredildi ve yeni bir ideolojik ayar verildi. Buradaki her program artık bir ideolojik öğretinin halkla buluşma biçimiydi.
Unutturulan Sahne, Hatırlanmayan Geçiş
Asıl kırılma ise 1950’lerden sonra yaşandı. Halkevlerinin kapatılmasıyla birlikte bina uzun süre atıl kaldı. Sahne karardı, perdeler indirildi, sesler kesildi. Uzun yıllar boyunca farklı kurumların elinde gezdi.
O taş bina, bir zamanların Cumhuriyet anlatısının sahnesiyken, kendisi unutulan bir figüran hâline geldi.
1980’de Açılan Müze: Geciken Hafıza mı, Seçici Bellek mi?
1980 yılında bina restore edilerek Devlet Resim ve Heykel Müzesi’ne dönüştürüldü. Ancak bu dönüşüm, o kadar da masum değildi.
12 Eylül Darbesi’nin hemen öncesinde açılan müze, bir anlamda “millî sanat” adı altında yeni bir toplumsal hafıza düzenlemesi olarak kurgulandı. Sergiye alınan eserler dikkatle seçilmişti: klasikleşmiş, uyumlu, ‘sorun yaratmaz’ sanatçılar.
Modern, sorgulayıcı, çağdaş işler ise ya hiç yer bulamadı ya da “ileride” sergilenmek üzere depoya kaldırıldı.
Salonda Yankılanan Sesler: Bir Sahnenin Direnci
Bugün o muazzam yapıya girdiğinizde, mermer merdivenlerde hâlâ yankılanan adımlar duyulur. Ve o 500 kişilik salon, artık sahneye yeniden kavuşmuş durumdadır.
Zaman zaman konserler, özel sergi açılışları, akademik etkinlikler ve anma törenleriyle o sahne yeniden açılır. Ama ne var ki bu kullanım, hâlâ sınırlı, hâlâ “belli gün ve saatlerde”dir.
Oysa o salon, bir zamanlar Cumhuriyet’in sürekli ve kamusal hafızası olarak düşünülmüştü. Bugün ise o işlev, ancak “izin verildiği kadarıyla” sürdürülmektedir.
Bina Olarak Kapanmak: Unutmanın Mimarisi
Binanın cephesinde yazılı olan “Resim ve Heykel Müzesi” ifadesi, sanki geçmişte olan her şeyi örten bir perde gibi duruyor. Bina müze olabilir. Ama bellek hâlâ arşivde, hikâye hâlâ sahne arkasında, hakikat hâlâ “yerine gireceği günü” bekliyor.
Ve biz de tam orada, taşın içinde ve sessizliğin kıyısında, gizlenenin peşindeyiz.