Bir insanın öfkesine bakarak onun karakterini çözebilirsiniz. Hele o insan bir milletin kaderini sırtlanmışsa, öfke artık kişisel bir duygudan çok daha fazlasıdır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öfkesine tanıklık edenler, onun bağıran değil, susarak kızan bir adam olduğunu söyler. Sessizlik, yüz hatlarında taş gibi belirir, gözleri bir anda sertleşirdi. Öfkesinin kaynağı çoğu zaman hırs değil, adaletsizlik, ihanet ya da bilinçsizlikti.

Sadakatsizliğe Duyulan Öfke: İzmir Suikastı Gecesi

1926’nın sıcak bir yaz akşamı, Atatürk’e karşı düzenlenen İzmir Suikastı’nın haberi geldiğinde, ilk anda sessizliğe büründü.
Yakın çevresinden biri “Paşam, üzülmeyin, önledik,” dediğinde, onun cevabı kısa ama ağırdı:

“Üzülmüyorum… Yalnızca anlamamışız.”
Bu söz, öfkenin en soylu hâlidir. Sadakatsizliğe duyulan öfke, yalnızlıkla birleşmişti. O gece sofrada kimse konuşmadı; çatal bıçak sesleri bile yankılandı. O andan sonra Atatürk’ün sofrası, dostluğun değil, mesafenin mekânı oldu.

Diplomasi Masasında Yükselen Ses: Hatay Meselesi

1930’ların sonunda, Fransız diplomatların Hatay konusundaki oyalama taktikleri Atatürk’ün sabrını taşırdı.
Bir toplantıda kalemini masaya koydu, notlarını kapattı ve sadece şu cümleyi söyledi:

“Hatay, benim şahsi davamdır. Gerekirse ordumu gönderirim.”
O cümle, tarihe bir kararlılık manifestosu olarak geçti.
Atatürk’ün öfkesi, savaş narası değil; bir ulusun onurunun ifadesiydi.

Bir Subaya Karşı: Disiplinin Öfkesi

Bir deniz gezisinde genç bir subayın emre kayıtsızlığı karşısında aniden ayağa kalkar:

“Türk askeri emri tartışmaz, uygular.”
O anki sessizlik, yüzlerce cümleden daha etkiliydi.
Ama aynı akşam o subayı çağırır, nedenini sorar.
Bu, Atatürk’ün öfkesinin ölçüsünü gösterir: Kızar, ama adaletsiz olmaz.

Dalkavukluğa Tahammülsüzlük: Sofradaki Gerçek

Atatürk’ün çevresi zamanla dalkavuklarla değil, dostlarla dolsun diye çabaladı.
Bir akşam sofrada biri, “Paşam, tarihin en büyük nutkunu siz söylediniz,” deyince, Paşa bardağını masaya sertçe koydu:

“Tarihi ben mi yazdım, sen mi?”
Yüzündeki soğukluk, dalkavukluğun yıkım fermanı gibiydi.
O sofradan sonra kimse iltifatı kolay kolay ağzına alamadı.

Serbest Fırka Deneyi: Halkın Yanlış Anlaşılması

1930’da Fethi Okyar’ın kurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın bazı mitinglerinde Cumhuriyet aleyhine sloganlar atılınca, Atatürk sinirlenmişti.

“Demek ki bu millet hâlâ cumhuriyetin ne olduğunu anlamamış!”
Ama ertesi gün, aynı meseleyi sakinlikle değerlendirip şöyle demiştir:
“Demek ki anlatmak bize düşüyor.”
O anda öfke, yeniden eğitime, açıklamaya, dönüşüme evrilmiştir.
Atatürk’ün öfkesi bile toplumsal bir ders niteliğindeydi.

Gençliğe Hitabe’nin Yazıldığı Gece: Tarihe Duyulan Öfke

1927’de Nutuk’un son sayfalarında yazdığı Gençliğe Hitabe, yalnızca bir uyarı değil, bir duygusal patlamadır.
Afet İnan’ın anlattığına göre o gece Atatürk yazarken ayağa kalkar, yüksek sesle “Ey Türk gençliği!” diye söyler ve birkaç dakika boyunca odada volta atar.
O öfke, kişilere değil, tarihin içindeki gafletlereydi.
Bu yüzden hitabenin satır aralarında bir kırgınlık değil, bir uyanış çağrısı vardır.

Öfkenin Anatomisi

Atatürk’ün öfkesi hiçbir zaman yıkıcı değildi.
Bir asker olarak disiplinden, bir devlet adamı olarak ölçüden, bir insan olarak vicdandan beslenirdi.
Sesini yükseltmeden korku yaratabilen, tek bir bakışla soğuk rüzgâr estiren bir liderdi.
Ama öfkesinin ardında her zaman şu bilinç vardı:

“Bir milletin geleceği, bir adamın sabrına değil, bir halkın bilincine dayanır.”

Son Söz

Atatürk’ün öfkesi bir tür aynaydı. O aynaya bakanlar, kendi kusurlarını görürlerdi.
Kızdığı zaman bile bir ders verir, kızmadığı zaman bile sınav yapardı.
O yüzden onun öfkesini anlamak, aslında Cumhuriyet’in karakterini anlamaktır.
Çünkü Cumhuriyet de tıpkı Atatürk gibi, kızdığında bile öğretendir.