Bu çekimi yaptığımız günlerde, Ahi Şerafettin Camii’nin UNESCO Kalıcı Miras Listesi’ne girme süreci henüz tamamlanmamıştı. Aradan geçen zaman içinde, 2023 yılının sonlarında bu büyük adım atıldı ve cami, Selçuklu ahşap direkli camileri geleneğinin en önemli örneklerinden biri olarak dünya kültür mirası arasında yerini aldı. Bizim o gün kayıt altına aldığımız bilgiler, artık yalnızca yerel değil, evrensel değeri olan bir mirasın belgesine dönüşmüş oldu.

Ankara’nın tarihî kalbi Samanpazarı’ndayız. Kale yamaçlarında, sessiz ama vakur bir yapı yükseliyor: Ahi Şerafettin Camii, halk arasında bilinen adıyla Aslanhane. Selçuklu mimarisinin Anadolu’ya bıraktığı en görkemli miraslardan biri. Hem tarihî hem de sembolik değeriyle “monumental” nitelemesini hak eden bu yapı, adını güneybatı duvarındaki aslan heykellerinden alıyor.

Böylesine kıymetli bir mirasın hikâyesini tek başıma aktarmak istemedim. Konuğum, hem arkeolog hem de sanat tarihçisi olan genç dostum Doğukan Yaycı. Onun rehberliğinde, sadece taşların değil, yüzyılların da dilini çözdük.

Ahşap Direkli Camilerin Zirvesi

Doğukan Yaycı’nın anlattığına göre Ahi Şerafettin Camii, Selçuklu döneminin ahşap direkli cami geleneğinin Anadolu’daki en önemli örneklerinden biri. Bu gelenek, Orta Asya’dan taşınan marangozluk ve “neccarlık” ustalığının mirası. Caminin minberinde ustasının adı hâlâ okunuyor: Muhammed Bin Neccar.

Cami 12 ahşap sütunla taşınıyor. Planı, Orta Asya’daki Karahanlı ve Gazneli dönemlerinden süzülüp gelen “bazilika plan” geleneğine dayanıyor. Afyon Ulu Cami, Beyşehir Eşrefoğlu Camii gibi eserlerle aynı mimarî soydan geliyor.

Devşirme Taşların Hikâyesi

Bu yapı bir “devşirme malzeme cenneti”. Roma ve Bizans döneminden kalma sütun başlıkları, taş bloklar, hatta süslemeler… Doğukan, burada bir zamanlar büyük bir Roma tapınağının bulunduğuna dair eski vakıf kayıtlarını hatırlatıyor. O tapınağın taşları yüzyıllar sonra caminin bedenine can vermiş.

Ankara’nın Roma dönemindeki önemini düşündüğümüzde bu hiç de şaşırtıcı değil. Tiyatrodan hamama, yollardan anıtlara kadar kentin dört bir yanında Roma izleri var. Kalenin surlarında bile tiyatro taşlarına rastlamak mümkün.

Minber ve Mihrabın Selçuklu Renkleri

Caminin mihrabı, Selçuklu sanatının renk paletini gözler önüne seriyor: firuze, mor ve siyah çiniler; palmet ve rumi motifleri; Ayetel Kürsi’nin işlendiği bordürler… Minber ise ustalığın zirvesi. Çivisiz geçme tekniğiyle ceviz ağacından yapılmış, ajur işçiliğiyle bezenmiş.

Selçuklu’nun 8 kollu yıldızı, ejder ve bitkisel motifler, hem sembolik hem estetik bir bütünlük sunuyor.

Ahi Şerafettin ve Türbesi

Ahi Şerafettin Camii, bir külliye düzeninde inşa edilmiş. Yanındaki zaviye, dönemin eğitim ve meslek usta-çırak ilişkilerinin yaşandığı mekân olmuş. Türbede yer alan kitabe, Ahi Şerafettin’in Hz. Hüseyin’in soyundan geldiğini belirtiyor. Bu bilgi, hem yapının hem de şahsiyetin manevi değerini artırıyor.

Türbenin gövdesi de devşirme taşlardan yapılmış. Mezar taşları arasında aile üyelerinin, çırakların, belki de dönemin ileri gelenlerinin hatıraları yatıyor.

Sessiz Bir Davet

Bu program çekiminden ayrılırken hissettiğim şey şuydu: Ankara’da yaşayıp da Aslanhane’yi görmemek, sadece bir yapıdan değil, bir medeniyetin kesitinden mahrum kalmak demek. Doğukan Yaycı’nın rehberliğinde, Selçuklu ustalığı ile Roma taşlarının aynı duvarda nasıl konuştuğunu dinlemek, bana bir kez daha bu şehrin katman katman tarihini hatırlattı.

Bir başka Gizlenenin Peşinde bölümünde, yine kale ve çevresinin unutulmuş hikâyelerini konuşmak üzere sözleştik. Çünkü bildiğim bir şey var: Bu şehir, anlatıldıkça değerini artırıyor.