İstanbul, 1922.
Bir yanda emperyalist işgalin gölgesi, diğer yanda yoksulluğun, sömürünün ve baskının pençesindeki emekçiler… Ancak tüm bu karanlık tabloya rağmen, 1 Mayıs 1922 günü İstanbul sokakları, işçilerin örgütlü kararlılığıyla aydınlandı.

İtilaf Devletleri'nin işgali altındaki İstanbul'da, yasaklara ve baskılara rağmen emekçiler, 1 Mayıs’ı kutlamak için bir araya geldiler. “1 Mayıs Komisyonu” öncülüğünde düzenlenen etkinliklerde, işçiler kırmızı pazubentler takarak uluslararası işçi marşları eşliğinde yürüdüler. Pangaltı’dan Kağıthane’ye uzanan bu yürüyüş, yalnızca bir bayram kutlaması değil, aynı zamanda bir irade beyanıydı. Kağıthane'de yapılan konuşmalarda işçinin onuru, emeğin değeri ve bağımsızlık özlemi dile getirildi.

O gün Ankara da boş durmadı. Anadolu’nun yorgun ama kararlı yüreği, İmalat-ı Harbiye ve demiryolu işçileriyle çarptı. Aileleriyle birlikte toplantılar düzenleyen işçiler, işgale karşı seslerini yükseltti ve yeni kurulan Ankara hükümetine desteklerini açıkça ifade etti.

Bu kutlamalar, yalnızca bir bayram değil; aynı zamanda bir uyanış, bir direnişin sembolüydü. İşçiler, “8 saat iş, 8 saat istirahat, 8 saat uyku” talebiyle daha adil bir yaşamın mümkün olduğunu haykırdılar. Bu talepler, bir yıl sonra İzmir İktisat Kongresi’nde karşılık buldu: 1 Mayıs, “Türkiye İşçileri Bayramı” olarak tanındı ve çalışma süresi tarım dışı işlerde 8 saate indirildi.

Ne var ki, bu kazanımlar uzun soluklu olamadı. 1924’te 1 Mayıs yasaklandı; 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile kutlamalar tamamen bastırıldı. Pek çok işçi tutuklandı, ağır cezalara çarptırıldı. Bu isimlerden biri de genç Nazım Hikmet’ti.

Bugün 1 Mayıs’ı sadece bir tatil olarak değil, geçmişin mücadele ruhunu geleceğe taşıyan bir gün olarak görmek gerekir. O günkü işçiler yalnızca ekmek kavgası vermedi; bağımsızlık, eşitlik ve adalet için de yürüdüler.

Unutmayalım: 1 Mayıs, bir bayram olduğu kadar bir hafızadır. Direnişin, örgütlülüğün ve umudun hafızası… Ve bu hafıza, hâlâ canlı.