Günümüz dünyasında, tüm ülkelerde mevcut hukuk sistemleri belirgin bir şekilde dönüşüm süreci yaşamaktadır.
İş dünyası, toplumlar, mevcuttaki gerilimden beslenme dönemini bitirmiş ancak çıkış yolunu bulamamaktadır. Bireyin bu kadar öne çıktığı yönetim anlayışı toplumları derin bir kaosa sürüklemiş, her geçen gün kaos derinleşmektedir. Her ne kadar kaosun da kendi içinde bir düzen barındırdığı kabul edilse de yeni bir dönüşümün “yeni bir düzenin” ayak sesleri duyulmaktadır. Ancak derinleşen kaosun hemen yeni düzene evirilerek sürecin tamamlanmasını düşünmek hayal olacaktır.


Mevcutta yaşanan, Jared Diamonda’un “Çöküş” kitabında belirttiği gibi, “Çevreye verilen zarar, iklim değişikliği, küreselleşme, hızlı nüfus artışı ve politik çatışmalar, dünyanın dört bir yanındaki toplumların yok olmasına neden olan faktörlerdi.” ancak bu toplumların bazıları kendi çözümlerini yarattı.


Bu durum, etkisini gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarda yukarıdan aşağıya doğru içine düştükleri güvensizlik, toplumları derin bir açmaza sürüklemektedir. Yavuz Aloqan’ın çevirisi ile Peter Marshall’ın kaleme aldığı “Anarşizmin Tarihi” adlı eserde, 1968 Ayaklanmaları sırasında, anarşist sloganlarla öğretilenlerin, kitle hareketleri ve sendikal akımların içinde nasıl belirdiğini, gerçeklik kazandığını; Batı’da ise sağcı akımların anarşist akımların içinde nasıl belirdiğini, gerçeklik kazandığını: Batı’da ise sağcı akımların anarşist düşüncelerden etkilenip nasıl bir “ anarko-kapitalist” akım oluşturduğu” anlatmaktadır.


Günümüzde de “devletler şirket gibi yönetilir” anlayışı ile yeni bir Anarşizm anlayışı ortaya çıkmayı beklemektedir. Kişi hak ve hürriyetlerinin tüm devletlerde sınırlandırıldığı, toplumların sürekli bir düşman yaratılarak yönetilmesi anlayışı, bastırılan duygularla, öfke patlamaları ile herkesin birbirini ötekileştirdiği bir dönem…


Öyle bir dönem ki, kadim toplumsal kültürlerin artık gereksiz olduğunu, popüler kültürün öne çıkmasını gerektiğini savunanların egemen olduğu bir süreç. Julius Sezar’ın ifadesiyle veni, vidi, vici Latince özdeyişi ile geldim, gördüm, yendim, uyarlamasını günlük hayatlarımıza nakşeden bir anlayış. Yani, Habert J.Gans’ın “ Popüler Kültür ve Yüksek Kültür” isimli eserinde tartıştığı “popüler kültürün ticari açgözlülük ve halkın cehaletinden yararlanan bir alçaklık olduğuna” dair görüşlere ilişkin karşı görüşlerini paylaştığı eserinde herkesin istediği kültürü seçmeye ve takip etmeye hakkı olduğunu savunuyor. Tam da bu düşünce gelişmekte olan bizim gibi kadim kültürlere sahip toplamlarda kaosun habercisi.


Abraham Moles’in “Belirsizin Bilimleri-İnsan Bilimleri İçin Yeni Bir Epistemoloji” adlı eserinin çevirisini yapan Nuri Bilgin önsözde; toplumumuzda hızlı bir sosyal değişme yaşandığını ve dolayısıyla dilin bundan etkilenerek değiştiğini hepimiz biliyoruz” tespitini yaparken, internetin bu kadar fazla kullanılmadığın bir dönemden, günümüzde sanal alemde en fazla gezinen toplum olduğumuz gerçeği henüz vücut bulmamıştı. Toplum artık kadim kültürünü öteki kabul etmekte, mevcut haliyle popüler kültürde iletişim olarak şiddeti tercih ederek, kendi söyleminin mutlak doğru kabul edilmesi gerçeği ile hareket ettiği gözlenebilmektedir.


Toplumumuzun içine düştüğü açmaz merhum Mümtaz Turhan’ın “Kültür Değişimleri – Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik” adlı eserinin arka kapağında yıllar önce özetlenmiş gibi. Merhum Turhan’ın kitabının arka yüzünde: “Garp medeniyeti bariz bir teknik, iktisadi siyasi üstünlük gösterinceye kadar Osmanlı Türkleri tarafından lakaydiyle karşılandığı, hatta hakir görüldüğü muhakkaktır. Daha bir asır önceye kadar hak arasında bunu müşahede etmek mümkündür. Oldukça yüksek bir tekniğe, askeri ve maddi kuvvete dayanan derin, yaygın bir üstünlük hissi her vesile ile kendisini göstermektedir. Bundan takriben bir asır evvel Türkiye’yi ziyaret eden bir İngiliz muharririn yazdığına göre bir Müslüman Türk sürücüsü bile yükünü taşıdığı Avrupalı Hristiyan’ın arkasından yürümek istemezdi; buna zorlandığı takdirde ya hayvanını durdurur veya iki üç yüz metreden ancak onu takip eder yahut aynı hedefe götüren başka bir yolu tutardı. Bir Avrupalıya hizmet etmek kendisine bu derece ağır gelirdi” tespitini yapmaktadır.


Aradan geçen yıllar içerisinde İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e evirilen yönetim anlayışı ile mevcutta içine düşülen kendini hor görme durumu kısmen de olsa bertaraf edilmiştir. Ancak, 1940’lı yıllardan itibaren ülkemizde “başkaları yaptı ise benim yapmama gerek yok, başkaları yapmadıysa ben nasıl yapayım” bakış açısına yeniden dönüşmeye başlayan anlayış aklı ve pozitif bilimi terk ederek, kendisi gibi düşünmeyeni sürekli ötekileştirerek çatışmadan beslenmeye öncelik vermiştir.


Sorun olarak karşımızda duran bu olgunun sebebini Hilmi Ziya Ülken, “Türk Tefekkür Tarihi” adlı eserinin arka sayfasında özetlemektedir. Merhum Ülken, “mekteplerimizde bir edebiyat tarihi okutulmaktadır. Fakat onunla mu vaiz (parelel) olarak giden fikir hayatı bu dersin içinde yer almamıştır. Talebe efendiler, Baki’yi, İbni Kemal’i veya Namık Kemal’i okurken İshak Hoca veya Salih Zeki’yi bilmiyorlar. Halbuki bu günkü Türk dilini ve Türk hassasiyetini tanımak için onun tarihin, tekamülünü (gelişimini) bilmek ne kadar zaruri ise; bugünkü Türk düşünüşünü anlamak için de onun geçirdiği istihaleleri (aşamaları) bilmek o kadar zaruridir” açıklaması biz bunlara ne kadar vakıfız sorusuna bir cevap vermemizi gerektirmektedir.


Değişen koşullar, kurulması planlanan yeni dünyada merhum İsmet İnönü’nün söylediği gibi “yeni bir dünya kurulur Türkiye yerini alır” ifadesine anlam katabilmek için birinci halkada olabilmek esas alınmalıdır. Bunu başarabilmek için öncelikle Devlet’in ve Milletin varlığını ve birliğini pekiştirmek gerekir. Beklenen kadim devlet olarak kendi milleti ile çatışmasını yönetemez olarak değerlendirilen bir yönetim anlayışı; tarihi, inanç, siyasi etki alanlarında nasıl varlığını inşa edip sürdürülebilir bir şekilde etkisini gösterebilecektir?
Bunu başarabilmek için yönetim anlayışında devlet - kendi vatandaşı ile vatandaşın kendi arasında sağlam bir zeminde doğru iletişimini kurabilmelidir. Unutulmamalıdır ki Türk Toplumu güç odaklı yaşayan, güç mesafesi yüksek, hayatının merkezine Devleti’ni alan, başkaları ne düşünür diye yaşayan, bir kültürün içerisinden gelmektedir.


Ülkemiz açısından, dönemde farklı kültürlerden insanların kitlesel göçler ile ülkemize gelmesi, uluslaşma sürecini terör ve çeşitli nedenlerle sağlayamadığımız gerçeğinin üzerine eklenince çatışma ve kaos için adeta bir kıvılcım beklenmektedir. Vatandaş olarak, değişim ve dönüşüm sürecinde olan siyasi yapımızın işlerliğine hız vermek, sağlam zeminde ilerlemesini sağlayabilmek amacıyla öncelikle kendi çatışmalarımızı yönetebilme kabiliyeti kazanmaya öncelik vermeliyiz. Suya attığımız taşın yarattığı dalganın kıyıda sönmesi ile oluşacak kabarmayı değil; karşımızda, sağımızda solumuzda gördüğümüz insanlarda en yakınımızdan başlayarak nasıl bir etki yarattığını görebilmeyi öğrenmeliyiz.
( Devam Edecek)