ABD Başkanı Bill Clinton , ABD Başkanı olarak göreve başladığında National Geographic’te yayınlanan bir röportajında özetle: “NASA ziyaretime geldi, bir göktaşı getirdiler.
"Kaç yıllık?" dedim. "Bir milyon iki yüz bin yaşında "diye cevap verdiler. Keşke ,ABD başkanı olmasaydım biraz daha yaşayabilsem, dünyanın, uzayın, kâinatın nasıl bir yer olduğunu görebilseydim” diyerek geleceğin nasıl olabileceğine dair önemli bir vizyon koymuştur.
Bir hayalimiz olduğu açıkça görülebilmekte... Ata yurdumuz Türkistan Coğrafyası, Afrika’da sahra üstü coğrafyada da yapılan faaliyetler, İnanç coğrafyamızda Türkiye olarak varlığımızı hissettirmeye çalıştığımız hatta bu konuda ciddi bir iddia koyduğumuz aşikar. Şimdi elimizde müthiş bir fırsat var. Toplumların ekonomik ve teknolojik gelişmelerini kurallar manzumesi ile birleştiremedikleri takdirde iddiaları da günümüzde bir süre sonra gerçekleştirilemiyor.
Hukuk sistemlerinin geçmişte, endüstrinin gelişme sürecinde etkin ve baskın bir şekilde öne çıktığı, teknolojiyi de belli kalıplarla kontrol edip yönlendirebildiği malumdur. Ancak gelişen teknolojilerle artık hukuk sistemleri endüstri ve teknolojinin gerisine düşmüş, süreci kontrol etmeye çalışırken, yeni bir çatışma zemininin oluşmasına sebep olmaktadır.
Hukuk sistemlerinin, teknolojik gelişmeleri kontrol edebildiği zaman aralığında Devlet veya birey fark etmeden bir tarafın kazanımını öncelediği aşikardır.
Günümüz dünyasında artık karşınıza aldığınız ister “Devlet” olsun ister “ Kişi” olsun kazandırmadan kazanma şansımızın geçerli olmadığını bilmek gerekiyor. Ekonomi ve teknolojik gelişim, ülkelerde yaşanan toplumsal farkındalıklar, buna bağlı olarak yönetim anlayışları da farklı birliktelikleri bir araya getirmekte; Türkiye Türkistan Coğrafyası, İnanç Coğrafyamız ve özellikle Sahra Üstü Afrika özelinde adeta yeni bir oyun kurmaktadır.
Dünya Ticaret Örgütüne danışmanlık yapan McKinsey Company 2018 yılında yayınladığı bir analizinde Dünya’nın yeni ekonomik ve siyasi sıklet merkezinin Hazar Bölgesi olduğunu tespit etmiştir. Dünya’nın yeni ekonomik oyuncusu Çin’in askeri ve sivil analistleri Yeni İpek Yolu Projesinin bir ayağının Sincan – Uygur Bölgesi bir ayağının İstanbul olduğunu yayınlamışlardır. Ülkemizin ortaya koyduğu iddialar ile birlikte “Siyasi yapısında yaşanacak olası bir dönüşüme kendi içimizde çatışmadan müzakere edecek sürece hazır mıyız?” sorusuna herkesin bir cevabı olmalıdır.
Hedeflenen süreci yönetebilmek için, herkesin ötekileştirdiği ile birbirine ihtiyacı olduğunu kabul etmesi birinci öncelik olmaktadır. Türk toplumunun güç odaklı kültürel değerlerinin iletişime ve müzakereye yeterli olmasa da açık hale gelebileceğini kabul ederek toplumsal uzlaşı için ortak bir dil geliştirmek gerekliliği kabul edilmelidir.
Hukuk sistemimize giren 6325 Sayılı Arabuluculuk Kanunu ile iletişim temelli müzakere anlayışı tüm disiplinlere anlatılabilmeli, toplumun tüm katmanlarına yönelik bir seferberlik başlatılmalıdır. Her ne kadar Cumhurbaşkanlığımızın 12. Kalkınma planında şiddetle mücadele başlığı altında bu anlayış öncelemekte ise de “Bunu hayata geçirecek olan bürokrasi buna hazır mı?” sorusuna bir cevap verilmelidir.
Buna hazır olabilmek için yönetim anlayışımız bu günü kötülerken dünü bu güne uygulamaya çalışmamalı, ondan öncekini de yok saymamalıdır. Toplumumuz unutulmamalıdır ki 1540’lardan itibaren başlayan Tahtacı İsyanları, Celali İsyanları ile devam eden, süreçte etnik söylevlerin üzerine geleneğin dinini sos olarak ekleyerek kendi içinde yönetilemez çatışmalarla mücadele etmektedir. Tam bu noktada Hilafet makamına neden ihtiyaç duyulduğunu doğru tahlil etmek gerekiyor. Celali veya Tahtacı Türkmen isyanları olarak bilinen Balkanları da işine alan Ege ve Akdeniz Bölgesinde yaşayan Türkmen nüfusun adaletsizliğe isyanı olarak yansıtılan (ki haklılık payı çok yüksek) lakin özelde bir MEHDİLİK hareketi (15 TEMMUZ un MEHDİLİK Hareketi olduğu gerçeği ile paralel zeminde son tahlil yapılacak olur ise tarih tekerrür etmekte..) olduğu göz ardı edilmektedir. Çok boyutlu bir operasyonu dönemin seçilmişleri doğru tahlil edemediği için yönetimde yaşanan bozulmayı düzeltmek yerine baş kesmeyle sorunu düzeltileceği düşünülüp ona göre eylem koyulmuştur. Süreç doğru yönetilememiş, kültürümüzde var olan müzakere göz ardı edilip geleneğin dini bakışı ile yer değiştirmeler, zorunlu göçler kapanmaz yaralar açmıştır. HİLAFET tüm bu olumsuzlukları kurtarmak için kurtarıcı gibi sahiplenilmiş ancak MATURİDİ-HOCA AHMET YESEVİ- İMAM HANİFİ geleneği terk edilerek din Abbasi-Emevi değerlerinden harmanlanmış geleneğin dinine teslim edilmiştir.
Geçmişin yaralarına sebep olan anlayışların karşılıklı kazanımlara dönüşümü ile yarını kolay inşa edebilme fırsatını kaçırmamak hayati bir önem taşımaktadır.
Geçmişten kalan alışkanlıklarımızın başında katı duruşla sadece bir tarafın kazanmayı hedeflediği bir anlayışı hızla terk etmeliyiz. Hakan Karabacak’ın Oyun Teorisi Destekli Müzakere Teknikleri kitabında, “Mevcut koşullarda taraflar arasında bir anlaşma sağlandıysa, tarafların bu anlaşma noktasında, faydalarını mümkün olabildiğinde arttırmış olmaları beklenir” tespitinin günümüzde vücut bulmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Bunun farkına varamadığımızda 1923’ten bu yana karşı durduğumuz dönüşüm yolculuğumuzun eleştirdiğimiz yönleri ile bir yüzyıl daha kavga etmeye devam edeceğiz demektir.
“Çelik gibi olmak” deyimi ile günümüz dünyasında varlığımızı sürdürmek anlayışının neleri kaybettirdiği ile yüzleşebilmeliyiz. En basitinden, inşaatlarda devasa yapılar kullanmaya yönelik çok özel bir çelik özelliği olan maddeden üretilen Kule vinçlerin metal akışkanlığı kazanmadan esneyebildiğini ama çelik özelliğinden bir şey kaybetmediğini hızla günlük hayatımıza uygulayabilmeliyiz. Bu hammaddeyi de Dünyada üretebilen sayılı ülkelerden birisi olduğumuzun farkına varıp çelik olmanın katı olmak olmadığını içselleştirebilmeliyiz.
Spor yarışmalarında, özellikle jimnastik sporunda hareketini tamamlayan sporcunun bir ayağı yerde kalıp sağa, sola öne veya arkaya tek bir adım atma hareketi yapabilmesi on tam puan alamasa da 9.9 tam puan alabildiği gerçeğini değiştirmemektedir.
Sonuç olarak, münakaşa etmek yerine müzakere edebilmeyi her alanda her disiplinde hayata geçirebilmeliyiz. Hakan Karabacak Hoca’nın anılan kitabında “Müzakereler, tarafların gündeme getirdikleri konulara verdikleri bilgilere, yaptıkları tekliflere, en genel ifadeyle söz ve davranışlarına bağlı olarak devamlı güncellenen bir süreci ifade eder” tanımına Hülya Demir Yaleze, Doktora tezinde yeni bir tanım getirerek literatüre “durumsal müzakere” deyimini kazandırmıştır.
Her durum ve şartta yârin yanağından, vatanın çakıl taşından gayrısını müzakere edebilmek için çelik gibi özelliğimizi koruyarak esneyebileceğimiz engin denizlere yelken açmalıyız.
(BİTTİ)