GONCAGÜL KONAŞ
Bir Türk diplomatı olarak Londra, Rodos, Lahey, Belgrad, İslamabad, Filibe, Deventer (Hollanda), Tebriz, Stuttgart ve Kosova'da görevler üstlenen Ahmet Funda Tezok, “Türkiye'nin Avrupa Birliği Serencamı” kitabıyla Türkiye’nin 60 yıla varan Avrupa macerasını aktarıyor.
“Avrupa'da barış ve ekonomik iş birliğini teşvik etmek amacıyla ortaya çıktı”
Kitabında Türkiye'nin Avrupa Birliği sürecini bütünsel bir perspektifle ele alan ve konuyu derinlemesine inceleyen Ahmet Funda Tezok, sözlerine “Avrupa Birliği fikri, II. Dünya Savaşı'nın ardından Avrupa'da barış ve ekonomik iş birliğini teşvik etmek amacıyla ortaya çıktı. Türk insanı ile Avrupalılar ise tarih boyunca çeşitli dönemlerde bir araya geldiler ve ilişkiler geliştirdiler. Osmanlı dönemi ve öncesinde, Türkiye sadece savaşmadı, aynı zamanda Avrupa ile diplomatik ilişkiler kurdu. Özellikle Osmanlı'nın gerileme döneminde, maddi sıkıntılarla başa çıkmak için Avrupa'ya yakınlaşma eğilimi gösterdi.” şeklinde başladı.
“Lozan Anlaşması, Türkiye'nin uluslararası alanda tanınmasını sağladı”
Cumhuriyet döneminde, Türkiye'nin Avrupa ile ilişkilerinin önemli ölçüde geliştiğini ifade eden Tezok, “Atatürk'ün "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" ilkesi, Türkiye'nin barışçıl bir dış politika izlemesini teşvik etti. İki büyük savaşın ardından, Avrupa'da yaşanan yıkımlar, Türkiye'nin barış ve istikrar arayışını vurguladı. Lozan Anlaşması, Türkiye'nin uluslararası alanda tanınmasını sağladı ve bu da Türk-Avrupa ilişkilerinin temelini oluşturdu. Türkiye, Cumhuriyet döneminde Avrupalılaşma ve muasır medeniyet seviyesine ulaşma hedefiyle çeşitli reformlar gerçekleştirdi. Fransız eğitim sistemi, İngiliz veya Alman finans sistemi gibi Avrupa'dan gelen sistemleri benimsedi ve geliştirdi. Bu süreç, Türkiye'nin Avrupa ile entegrasyonunu ve ilişkilerini derinleştirdi.” ifadelerini kullandı.
Tezok Ellili yılların sonunda, Türkiye'nin NATO'ya katılma girişimiyle ilişkilerin daha da güçlendiği ifade ederek, “Amerika’nın Türkiye'ye ve Yunanistan'a yardımı, Türk-Avrupa ilişkilerinin önemli bir dönüm noktası oldu. Truman Doktrini ve Marshall Planı, Türkiye'nin ekonomik ve askeri olarak güçlenmesine katkı sağladı ve Avrupa ile bağlarını güçlendirdi. Sonuç olarak, Türkiye'nin Avrupa ile ilişkileri tarih boyunca çeşitli dönemlerde şekillendi ve gelişti. Diplomasi, ekonomik iş birliği ve askeri destek gibi faktörler, Türkiye'nin Avrupa ile ilişkilerini derinleştirdi ve bugünlere gelinmesinde önemli bir rol oynadı.” diye konuştu.
Türkiye'nin 2000 öncesi ve 2000 sonrası izlediği politikalar AB'ye giriş süreci için farklılık gösterdi mi?
Türkiye’nin 2000 öncesi ve 2000 sonrasını değerlendiren Tezok, “2000 öncesinde birtakım politikalar vardı. AB'nin en fazla takıldığı konu Türkiye'nin belirli alanlarda özellikle Milli Güvenlik Kurulu üzerinde bir kafaya takmışlardı. Gelişen olaylar sonrasında Helsinki'deki zirvede resmen adaylığımız tescil edildi ve şu anda da adaylığımız devam ediyor. Türkiye'de bulunan göçmenler, Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye bakış açısını çok etkiliyor. Anladığım kadarıyla en son bir karar var işte. Bu, vizeyle ilgili bir karar. İnkâr ettiler ama şu anda vize taleplerini almayı dondurmuş birçok Avrupa Birliği ülkesi. Tabii bu diğerleri için de geçerli. Dolayısıyla, göçmen sorununu halletmeden, yani Avrupa Birliği ile özellikle belirli alanlarda en azından vize konusunda bir ilerleme kaydetmemiz çok zor. İmkânsız.” diye vurguladı.
“Devlet olarak gücün olduğu sürece her türlü pasaportun geçerli olur”
Zamanında Bakanlıkta pasaport işlerine de bakmış olan Tezok, Türkiye’deki pasaport sınıflandırılmasının başka hiçbir ülkede bu şekilde olmadığını belirterek, “Bir hizmet pasaportu, bir normal pasaport vardır. Hizmet pasaportu, devlet görevlileri belirli bir görev için yurt dışına gittiklerinde, yurt dışındaki hizmetleri boyunca geçerlidir. Döndüklerinde zaten iade edilir. Bir de uzun vadeli pasaportlar vardır, yani diplomatik pasaportlar. O da zaten bu pasaportları Viyana Sözleşmesi'nde belirtilir. Yani Uluslararası Viyana Konvansiyonu. Mesela İngiltere'de İngilizlerin pasaportu tek tiptir. Başka bir tip pasaportları yoktur. Herkes aynı tip pasaportla gider gelir. Dolayısıyla, senin devlet olarak gücün olduğu sürece her türlü pasaportun geçerli olur.” şeklinde açıkladı.
“Türkiye gerçekten Avrupa Birliği'ne girmek istiyor mu?”
Türkiye gerçekten Avrupa Birliği'ne girmek istiyor mu? sorumuzu Tezok, “Türkiye'nin önümüzdeki süreçte gerçekten Avrupa Birliği'ne geçmek isteyip istemediği konusu karmaşık bir soru. Avrupa Birliği'nin kendi kuralları ve özellikle çok önemli kuralları var. Şu anda Türkiye'de bir tane Sayıştay var, ama Avrupa Birliği'nde iki tane Sayıştay bulunuyor. Bir de Komisyon var. Önce Avrupa Birliği üyeleri, özellikle hesap açısından, çünkü bu iş sonuçta paraya dayanıyor ve birbirlerine destekliyorlar, bu konuda detaylar Avrupa Birliği'nin finans birliğini anlatmaya çalışıyorum. Avrupa Birliği'nde üç tane süzgeçten geçiyor ve bunu her seferinde yorumluyorlar. Ve şu anda Avrupa'nın açıkçası bir lider eksikliği gibi bir sorunu var. En son zorla Angela Merkel'i sonuna kadar tuttular çünkü o liderdi. Merkel gitti ve şu anda Avrupa Birliği'nde lider boşluğu var. Yakın zamana kadar Avrupa Birliği'nin bir lideri vardı, fakat şu anda yok. Bu nedenle Avrupa'da işler biraz karışık. Dolayısıyla, Türkiye'de belirli bir düzen olsa da bir taraftan da Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz o kadar iç içe geçmiş durumda ki, onlarsız da olmuyor.” şeklinde yanıtladı.
“Paralı öğretim ile devlet okulları arasında ciddi bir uçurum var”
Türkiye’deki ekonomik sıkıntılardan ve eğitim sisteminin yetersizliğinden yakınan öğrencilerin Avrupa’ya gitmesini değerlendiren Tezok, “Avrupa Birliği'ne girmek isteyenlerin, özellikle öğrenciler arasında yaygın olduğu ve kamuoyu araştırmalarının sürekli bu isteğin yüksek olduğunu gösterdiği doğru. Özellikle gençler arasında bu istek oldukça belirgin. Bunun birinci nedeni tabii ki eğitim. Avrupa'daki standart bir okulda eğitim almak isteyen öğrenciler için bu istek oldukça doğal. Bu durum özellikle torunum gibi milyonlarca öğrenciyi etkiliyor. Eğitim sistemimizde büyük boşluklar var. Paralı öğretim ile devlet okulları arasında ciddi bir uçurum var. Bu durum, paralı eğitimle devlet eğitimi arasındaki farkın açılmasına neden oluyor maalesef. Bu farkı kapatmak gerekiyor, aksi takdirde yetenekli beyinlerimizi kaybetme riskiyle karşı karşıyayız.” diyerek riskin çok büyük olduğunu vurguladı.
“Birçok genç yeteneği kaybediyoruz”
Türkiye’nin Avrupa Birliğine girip giremeyeceği konusunu Tezok, “Şu anda Avrupa Birliği'ne girmemiz mümkün değil ve böyle bir girişim büyük bir belirsizlik yaratabilir. Ekonomik kaygılar ve Türkiye'deki eğitim sisteminin yetersiz olduğu düşüncesi nedeniyle, birçok öğrenci ve genç Avrupa'ya yöneliyor. Bu şekilde birçok genç yeteneği kaybediyor ve elimizden kaçırıyoruz, bu gerçekten üzücü bir durum.” şeklinde değerlendirdi.
“Avrupa Birliği'nin kuruluşunda, bütçenin yüzde 80'i tarıma ayrılıyordu”
Türkiye'de, köy enstitülerinin çok önemli bir rolünün olduğunu ve Almanya’da da buna bezer bir sistemin yürütüldüğünü belirten Tezok, “Türkiye'nin başta giriştiği çok yararlı bir sistem vardı. Mesela Almanya'da bunun bir benzeri bulunuyor. Son görevler yerinde birisi Almanya'da olmuştu. O da köy enstitüsüydü. Köylülerin köyde yetişmesini sağlamak ve özellikle tarımı canlandırmak gibi hedefleri vardı. Avrupa Birliği'nin kuruluşunda bütçenin yüzde 80'i tarıma ayrılıyordu. Avrupa'da aynı zamanda büyük bir insan potansiyeli bulunuyor. Ancak bu insan potansiyelini zamanında değerlendiremedik. Başlangıçta, bu konuda çok para gönderiliyor gibi görünüyordu. Ancak bu paraların bir kısmı çocukların eğitimi için harcanıyordu. Sistemin işleyişi şöyle: Belirli bir başarı düzeyi önemseniyor. Ancak biz bu konuda yeterince dikkatli davranmadık. Çeşitli sebeplerle çocuklarımızı okul öncesi eğitime göndermedik. Okul öncesi eğitim oldukça önemli çünkü ilerisi için temel bir adımdır.” dedi.
“Kur korumalı mevduat sistemi yanlış bir sistem”
1960'lardan sonra Türkiye'nin attığı en önemli adımın, ‘Devlet Planlama Teşkilatı'nın kurulması olduğunu vurgulayan Tezok, “Devlet Planlama Teşkilatı, yakın zamana kadar oldukça etkin bir kurumdu ve sözü dinlenen bir teşkilattı. Ancak Devlet Planlama Teşkilatı, 2011 yılında kapatılınca, son on üç yılda bu boşluğu hangi kurumla doldurulmaya çalışıldığı sorusu gündeme geldi. Cumhurbaşkanlığı Sistemi, bizimkiyle benzer olan başka bir yerde var mı bilmiyorum. Ancak işin uzmanlarının, yani işi bilen kişilerin doğrudan katılımı ve yönetimi, işin işlerini bilen kişiler tarafından yürütülmesi gerektiği genellikle kabul edilir. Ancak, akademik tarafın yeterince dikkate alınmadığını düşünüyorum. Yani, akademik kurumlardan görüş alınmıyor gibi geliyor. İşin uzmanı olarak seçilen kişilerin ne derece işin uzmanı olduğu da tartışılır. Çünkü her yaptığınızda bir sorumluluk üstlenmek zorundasınız ve sorumlu olan kişinin hesap vermesi gerekir. Eğer hesap verilmiyorsa ve işler doğru gitmiyorsa, yapılan işleri kimseye hesap vermeden geçiştirmek gibi bir durum ortaya çıkabilir. Son olarak, kur korumalı mevduat olayında yanlış yapıldığı ve kimse tarafından hesap sorulmadığı konusunda birçok eleştiri var. Bu, geçmişte dövize çevrilebilir olan paranın sorun yaratması gibi eski bir sorunun tekrar yaşandığı anlamına geliyor.” diyerek sözlerini noktaladı.