O gece stat dolup taşmıştı. Tribünler bir ağızdan “yaşa Fenerbahçe” diye haykırırken, ben bir an sessizliğe kulak verdim. Her şeyin arasında başka bir ses vardı. Toprağın derinlerinden gelen boğuk bir uğultu… Gürültüye karışmış, ama orada: derin, sabırlı ve ısrarlı.

Bir an için gözlerim sahadan koptu. Altımda, binlerce ayağın bastığı zeminin altında, başka bir şehir uyanıyor gibiydi. Bir uğultunun izini sürdüm, hayali bir kapak aralandı. Betonun altından inen paslı bir merdiven, loş bir boşluğa açıldı. Adımlarımın yankısı yayıldıkça, eski tuğla kemerlerin altına indim.

Çimenin Altındaki Su

Bir köşede taşların arasından su sızıyordu. Minik bir dere, toprağın altını hâlâ terk etmemişti. Ayaklarımın dibinde çamur, hafif bir kabarcık… 1950’lerin maçlarında futbolcuları dize kadar çeken o çamurun sebebi işte buradaydı. Kadıköy’ün unuttuğu küçük dere, hâlâ sessizce yaşamaya devam ediyordu.

Bostancının Gölgesi

Tünelin nemli duvarına elimi koyduğumda, önümde bir siluet belirdi. Elinde kazma kürek tutan, başında fesli, sırtında yırtık mintanlı bir Osmanlı bostancısı… Stadın olduğu çayırı bir zamanlar bostan gibi işlediğini anlattı bana. “Şu toprakta domates, şu köşede kavun vardı,” dedi. Sesinde gurur vardı ama yüzü hüzünlüydü: “Üstümüze tribünler kuruldu, hatıram unutuldu.” Göz açıp kapayıncaya kadar kayboldu, geriye yalnızca toprak kokusu kaldı.

İşgalin Kapatılan Deposu

Biraz ileride, tuğla kemerli dar bir koridor çıktı karşıma. Tünelin duvarlarında paslanmış kancalar asılıydı. İşgal yıllarında İngilizlerin mühimmat sandıklarını buraya dizdiğini hatırlattı bana. Nefesim daraldı; sanki boş tünel hâlâ kasaların ağırlığını taşıyordu. Sonra bir hayalet gölge: asker botlarının yankısı… Belki de sadece kendi adımın yankısıydı, ama emin olamadım.

İngiliz Nöbetçi

Loş bir ışığın içinde bu kez bir başka figür çıktı karşıma: İngiliz üniformasıyla bir asker. Elinde tüfeğini tutuyor, yüzü sert. 1919’un işgal günlerinden kalmış bir gölge… “Burası depo, burası nöbet hattı,” diye fısıldadı. Ama sonra bakışları değişti, sanki kendi de o nöbetin içinde tutsak kalmıştı. Zaman donmuştu. Gözlerimden kaçtı, geriye yalnızca pas kokusu kaldı.

Çocuk Taraftarın Hayali

Sonra birden, bir ses… İnce, saf, çocukça bir tezahürat: “Yaşa Fenerbahçe!” Döndüm, karşımda 1930’ların yırtık şortlu bir çocuğu. Çimlerin üzerinde yalınayak koşuyor, elinde kendi çizdiği sarı-lacivert bayrak. Bana bakıp “Biz buradaydık, hep bağırdık,” dedi. Sesinde bugünün tribünlerini taşıyan bir sevinç vardı. Bir an için kalbim sıkıştı; çünkü o çocuk, belki de bugünkü tezahüratın en saf köküdür.

Yeraltındaki Tribün

Yürüdüğüm koridor birden genişledi. Karşımda topraktan oyulmuş küçük bir yeraltı tribünü belirdi. Kemer taşların arasına oturmuş onlarca gölge, sessizce izliyordu. Kimisi bostancı, kimisi İngiliz askeri, kimisi çocuk taraftar… Hepsi yan yana oturmuş, yukarıdaki maçı dinliyor gibiydi. Tezahürat uğultusu tavandan sızıyor, onların boş gözlerinde yankılanıyordu.

Uğultunun Kaynağı

Artık tezahürat değil, rüzgâr değil… Boğuk bir davul sesi gibiydi. Sanki tribünlerdeki coşku, alt katmanda hâlâ tutsak kalmıştı. Stadın belleği, altındaki boşluklarda kendi ezgisine devam ediyordu. Bir uğultu, bir davul, bir hayalet tezahürat…

Bir anda merdivenler yeniden belirdi. Yüzeye çıktığımda tribünde binlerce insan ayaktaydı. Maç devam ediyordu. Yanımdaki taraftar “Daldın, ne oldu?” diye sordu. Gülümsedim. “Hiç,” dedim. “Sadece altımızdaki gizli tribünü gördüm.”

Evet… Hep Gizlenenin Peşinde yazdım. Hep başkalarının bana anlattıkları, benim okuduklarım, duyduklarım ve tanıklıklarımdan yola çıktım. Ama bu kez farklıydı. İlk defa kendimi de Gizlenenin Peşinde’nin içine soktum ve stadın altına indim. Bu hâli, benim için hem ilginç bir deneyim hem de farklı bir denemeydi.