Kırgızistan’a yaptığım yolculukta beni en çok çarpan şehirlerden biri Oş oldu. Adı halkın belleğinde hâlâ Oğuz’la anılan bu kadim kent, hem tarihin hem de inançların katmanlarını aynı anda yaşatan bir yerdi.

Dağın İçindeki Evler: Süleyman Mabedi

UNESCO’nun dünya mirası listesine aldığı Süleyman Dağı, yalnızca göğe yükselen bir kaya kütlesi değil; içi katman katman açıldıkça başka çağların kapısını aralayan bir mağaralar âlemi. İçine girince insan, yüksek teknolojiyle yapılmış bir müzede değil, adeta tarihin kendisine oyulmuş bir mağarada dolaşıyor hissine kapılıyor. Kat kat yükselen odalarda, dönemin gündelik yaşamını anlatan objelerle karşılaştım: bir çömlek, bir dokuma, bir yatak düzeni, evin içinde kullanılacak küçük eşyalar… Hiçbiri dijital ışık oyunlarıyla sunulmamıştı ama o sadelik, bana büyük müzelerin ihtişamından çok daha derin bir gerçeklik sundu.

Hazreti Süleyman’ın Tahtı

Dağın adı boşuna değil. Halk arasında “Süleyman Tahtı” diye anılan bu kayalık, efsaneye göre Hazreti Süleyman’ın izlerini taşır. Kimisi diz izini gösterir, kimisi taşlarda tahtının gölgesini görür. Bu inanç, İslam öncesi dönemden kalma katmanlarla da birleşmiş. Zerdüştîlikten şaman geleneklerine kadar farklı izler, bugün kadınların dua ettiği, çocukların dilek tuttuğu bir ortak belleğe dönüşmüş.

Kırgızların Müzeciliği

Şunu söylemeliyim: Kırgızistan’ın imkânları kısıtlı olabilir ama bu müzenin düzenlenişinde gördüğüm heves, sahicilik ve titizlik beni çok etkiledi. “Primitif koşullar” içinde ama ruhunu kaybetmeden yapılmış bir müzecilik… Bu nedenle ziyaretçiye hazır bir bilgi değil, yaşayan bir duygu aktarıyor. Bende bıraktığı his, “bu dağın içinden çıkıp gelen eşyalar bana hâlâ konuşuyor” duygusuydu.

Meydanın Sessiz Tanığı: Lenin

Oş şehrinin belleği yalnızca Süleyman Dağı’nda değil, meydanında da yaşıyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Asya şehirlerinin çoğunda Lenin heykelleri kaldırıldı, yerlerine yeni ulusal kahramanlar dikildi. Ama Oş’ta öyle olmadı. Vladimir İlyiç Lenin’in devasa heykeli hâlâ tüm görkemiyle meydanda duruyor. Bir yanında kadim Oğuz’un izleri, diğer yanında Sovyet ideolojisinin gölgesi… Bu yan yana duruş, şehrin belleğinde çatışmadan çok bir çeşit “üst üste binme”yi, zamanların katman katman varlığını hatırlatıyor.

Oğuz’un İzinde

Şehrin halk arasında hâlâ Oğuz adıyla anılması, benim için ayrı bir heyecandı. Karahanlı mirasıyla yükselen bu topraklarda, Türk boylarının adının yaşamaya devam etmesi, tarihin kitap sayfalarından çok daha sahici biçimde yüzüme çarptı. O an anladım ki, bazen köklerimiz taşlarda, yazıtlarda değil; halkın dilinde, inancında ve günlük yaşamında saklıdır.

Kalan Soru

Oş’tan ayrılırken zihnimde tek bir soru dönüp duruyordu: Ben Oğuz’un izini sürmeye diye gelmiştim; ama belki de Oğuz hiçbir yere gitmemişti. Biz mi onlardan koptuk, yoksa onlar mı bizden hiç kopmadı?