Ankara’nın eski sokaklarında yürürken insanın burnuna tuhaf bir koku çarpar: kireç, mazı, su ve deri… Bu koku, aslında şehrin Ahî Cumhuriyeti’nden bugüne taşınan zanaatkâr hafızasının kokusudur. O hafızanın merkezinde ise debbağlar vardır.
Ahî Evran, yalnızca bir fütüvvet şeyhi değil, aynı zamanda “debbağların pîri” olarak anılır. Kayseri’de kurduğu deri atölyesiyle bu mesleği örgütlemiş, Anadolu’ya, oradan Rumeli’ye taşımıştır. Onun mirasıyla debbağlık, yalnızca bir zanaat değil; bir ahlâk terbiyesi, bir yol kardeşliğiydi. Çırağın ustanın elinde “terbiye” edilmesi, derinin mazıyla yumuşaması kadar zarif bir benzetmeyle anlatılır.
Bentderesi’nin Kıyısında
Ankara’da bu yolun en canlı izi Bentderesi kıyısındadır. Roma Tiyatrosu’nun kuzeydoğusunda yer alan Debbağhane Hamamı ve çevresi, kentin en eski zanaat mahallelerindendir. Şehrin debbağları derilerini burada yıkamış, kireç kuyularında bekletmiş, mazıyla sepiye yatırmıştır. Öyle ki arşivlerde “Debbağ Bellesi” diye anılan bir göl kaydı vardır; debbağların atıklarının toplandığı bu alan, mesleğin Ankara’daki yoğunluğunu göstermektedir.
Bugün Atpazarı’ndan Ahî Şerafeddin (Arslanhane) Camii’ne uğrayıp, oradan Ahî Elvan Camii’ne inerek Bentderesi’ne yürüyen biri, aslında Ahîlik ve debbağlık tarihinin taşlara sinmiş bir yolunu takip etmiş olur.
Narh Defterinden Gerçeğe
Osmanlı iktisat düzeninde debbağların işi sıkı kontrol altındaydı. 1640 Narh Defteri’nde derinin çeşitleri ve fiyatları ayrıntılı biçimde kayda geçirilmişti. 1739 tarihli bir tereke defteri bize bir debbağın dünyasını daha yakından gösteriyor: Konyalı Debbağ Mustafa’nın bıraktığı miras 6300 kuruştu. Bunun içinde 178 adet sahtiyan ve 70 adet meşin 970 kuruş, 3 batman mazı 100 kuruş, ayrıca bir oda ve iki kireçlik 610 kuruş olarak kayıtlıydı. Yani mesleğin sermayesi yalnızca deri değil; sepi malzemesi ve atölye donanımıyla birlikte bir bütündü.
Seyyahların Gözüyle Ankara
Ankara’ya gelen seyyahların çoğu şehrin tiftik keçisiyle, yani sofuyla ilgilenmiştir. Ama her seyyah bilir ki, bu yünün ardında deriler de aynı döngünün parçasıdır. Keçinin tüyü kumaşa, derisi ise debbağların elinde köseleyi, sahtiyanı, meşini doğurmuştur. Seyyahlar bu kokuyu, bu uğultuyu, bu çekiç seslerini mutlaka not etmişlerdir.
Renklerin Cumhuriyeti
Her şehrin derisi kendine özgüydü. Diyarbakır’ın kırmızı marokeni, Musul’un sarısı, Urfa’nın siyahı, Tokat’ın ince sahtiyanı, İstanbul’un Kazlıçeşme tabakhaneleri… Ankara ise kokusuyla, suyuyla ve Ahî camilerinin gölgesinde çalışan debbağlarıyla bu renkler cumhuriyetinin sessiz ama köklü bir yıldızıydı.
Bir Koku, Bir Hatıra
Debbağlığın hikâyesi yalnızca deriyi dönüştürmek değildir; aynı zamanda insanı da dönüştürür. Ahîler için meslek, kardeşlik, adalet ve helal kazançla birlikte anılırdı. Ankara’da Bentderesi boyunca uzanan o kesif koku, aslında bir dönemin hem iktisadî hem de ahlâkî harcını taşır.
Bugün o koku yok belki; ama izleri hâlâ bent taşlarında, Arslanhane’nin gölgesinde, Hamamönü’nün rüzgârında hissedilir. Derinin mazıyla yoğrulduğu, insanın da ahlâkla terbiye edildiği günleri hatırlamak için…
“Belki de Ankara’nın hafızası, derinin kokusunda değil; debbağ ustalarının suskun ellerinde saklıdır.”