Ankara’nın rüzgârını bilenler, burada kimi hikâyelerin duvar aralarına, tavan aralarına sığındığını da bilir. Bugün o aralıklardan biri açılıyor: Nazım Hikmet’in yaptığı, adı unutulmuş, izi kaybolmuş bir tablo nihayet gün ışığına çıktı.

Nazım’ı herkes şair olarak tanır. Ama onun elinin fırçaya da değdiğini bilen çok azdır. Az sayıda—rivayete göre 15–16—resminden biri Ankara’da, Kale’de yıllardır kültüre nefes veren Galeri Z’nin kurucusu Fatma Tuna’nın özel arşivinden çıktı. Hikâye, 1940’ların başında Çankırı Hapishanesinde başlıyor. Nazım orada tanıştığı fırıncı İbrahim Efendinin portresini yapıyor. Portrede, bakışlarda saklanan bir zekâ, kıyafetlerde Ankara’nın ağırbaşlılığı var.

İbrahim Efendi’nin “suçu”, savaş yıllarının karne düzeninde karnesiz ekmek satmak. Nazım’la dostlukları hapishane duvarlarını aşacak kadar sıcak. Öyle ki Nazım, ona hapishanede tuttuğu şiir defterini de hediye ediyor. Ama sonra rüzgâr tersine dönüyor: Yasaklar, korkular, baskı… Evin içinde resim dörde katlanıp saklanıyor, defter ise tavan arasına fırlatılıyor. Yıllar geçiyor; ev yıkıldığında defterden eser yok, ama resim—kırışıkları, izleri, saklandığı yılların suskunluğu üzerinde—hayatta kalıyor.

Fatma Tuna, “Bunu kendi evime asıp yalnızca kendim seyredebilirdim,” diyor, “ama bu tür bir eser kamusal alanda yaşamalı.” Haklı. Çünkü burada yalnızca bir portre yok; Nazım’ın “öğreten” eli var. Bursa Hapishanesi’nde İbrahim Balaban’ı sanata kazandıran, çevresindekileri bilinçlendiren, yönlendiren o el. Nazım’ın fırçası, mısraları kadar kıymetli bir başka iz bırakıyor bu coğrafyada.

Resmin kaderi, bu toprakların kültür mirasıyla kurduğu gergin ilişkiyi de ele veriyor. Bir yanda “yok sayma” ve “saklama” refleksi, diğer yanda bir gün ortaya çıkacağına dair sönmeyen umut. Bu iki duygu arasında asılı duran tablo, bize şu soruyu sorduruyor: Kıymetlerimizle gerçekten yüzleşebiliyor muyuz? Onları yalnızca ideolojik tartışmaların nesnesi yaptığımızda, sanatın hakikatini de törpülemiyor muyuz?

Nazım ile İbrahim Efendi’nin dostluğu, devlet ile birey arasındaki soğuk mesafeyi aşan insan sıcaklığının da hikâyesi. Karnesiz ekmekle hayatını döndürmeye çalışan bir Ankaralı ile memleketin en büyük şairinin aynı koğuşta bulduğu ortak dil… Sanatın altını çizdiği şey tam da bu: insanın insana değmesi.

Tablonun bugün bize gelişi de ayrı bir ders. Bir galeri sahibinin kişisel vicdanı, bir şehrin hafızasına açtığı kapı, “özel olan”ın “kamusal”a emanet edilmesi… Kültürün gerçek bekçileri, çoğu zaman tabelası, bütçesi, protokolü olmayan gönüllüler. Galeri Z’nin yıllardır Ankara’da yaptığı budur: görünmeyeni görünür kılmak.

İşin bir başka boyutu daha var. Nazım’ın eşi Piraye’nin bir süre Çankırı’ya taşındığı, ailenin “belki dışarı çıkabilir” umudunu diri tutmaya çalıştığı anlatılır. Umut çoğu kez gerçekleşmez; ama o umut sayesinde insanlar hatıraları korur. Bu tablo da bir umut izinde kaldı, bugün bize ulaştı.

Şimdi yapılması gereken belli:
– Bu resim, uygun koşullarda kamuya açık bir mekânda sergilenmeli.
– Eserin ve hikâyesinin bilimsel bir belgelemesi yapılmalı; koruma, restorasyon ihtiyacı varsa işin ehline teslim edilmeli.
– Nazım’ın görsel üretimleri—ne kadar az olursa olsun—derli toplu bir seçkiyle yeniden gündeme getirilmeli.

Ankara’nın hafızasında yeni bir sayfa açılıyor. Bir portreden ibaret değil; kapatılmış defterlerin, katlanmış tuvallerin, korkunun ve cesaretin birlikte yaşadığı bir sayfa. O sayfayı çevirdikçe, yalnızca Nazım’ı değil, kendimizi de okuyoruz.

Bu köşeden şunu not düşeyim: Eğer kültür politikamız “bulanın elinde kalsın” kolaycılığından çıkar, kamusal paylaşım ilkesini esas alırsa; saklanan nice eser, nice hikâye bize geri döner. Çünkü eserin gerçek sahibi, onu gören, öğrenen, koruyan toplumdur.

Bir gün yolunuz Kale’ye düşerse, Galeri Z’nin kapısını aralayın. Belki o gün, Nazım’ın fırçasından çıkan bakışlarla göz göze gelirsiniz. O bakışlarda hem Ankara’nın vakarı, hem bu memleketin inadı var.